Sanılanın aksine insanlar sadece okulda öğrenmezler. Meşhur
Hababam Sınıfı repliğiyle söyleyecek olursak: "Okul sadece üzerinde çatısı, içinde sıraların olduğu yer değildir, okul her yerdir..."
Edebiyat da okuldur. Türk aydınlanması tercüme odasında doğmuştur diye tezi vardır Yalçın Küçük’ün. 1821-1829 yılları arasında, Yunan Bağımsızlık Savaşı sonunda, ülkeyi terk eden Rumların boşalttığı alandır bahsettiği. Osmanlı bürokrasisi o zamana kadar eğitim görmüş Rum erkeklerinin elindeydi. Yunan Bağımsızlık Savaşı’yla birlikte, birdenbire boşluğa düşen Osmanlı bürokrasisi çözümü kendi içinde aramış, yetenekli Türk gençlerini Tercüme Odası’na yerleştirmiştir.
Bu Tercüme Odası’ndan, Osmanlı’nın en az elli yılını yönetecek olan Reşit, Ali, Fuat Paşalar çıkmıştır. Bu üç paşa ve yetiştirdikleri gençler, Tanzimat’ı ortaya çıkarmış ve devam ettirmişlerdir.
Aynı zamanda burası, büro edebiyatçılarını da doğurmuştur. Namık Kemal, Şinasi, Ahmet Vefik, Ziya Paşa, Ahmet Mithat Efendi örneklerden birkaçı ama bu döneme baktığımızda Namık Kemal’le özdeşleşen bir yapıyı görürüz.
Namık Kemal ve edebiyat anlayışı bir okul gibidir. Tevfik Fikret’leri, İttihat ve Terakkicileri yetiştiren, yokluk üzerine kurulmuş bir okul. Bir zorunluluk, düşünülmesi zor olanı düşünmek zorunda kalmak, düşünmeyi öğrenmek için mutlak gerekli bir okul.
Dönemin bozulması Ahmet Mithat Efendi geleneği ile başlamıştır. Ahmet Mithat Efendi üretken bir yazar ama aynı zamanda bozulmanın da başlangıcı. Büyük Mithat Paşa’nın yetiştirdiği Ahmet Mithat Efendi; bilgi, tarih, ideoloji ve teoriyi genç nesillere edebiyat üzerinden aktarma geleneğini de başlatmış olur. Ahmet Mithat Efendi çok çalışkan, sürekli yazıyor, yazdıklarını evinin altında basıyor ve dağıtımını da eliyle her yere ulaştırıyor, kendisi çalışkan ama okuyucularına tembelliği öğretiyor.
Tembellik derken, helikopter annelerin, çocuklarına hiç alan bırakmaması, yiyeceklerini bile ezip ağzına tıkıştırması gibi. Edebiyata, kolay hazmedilsin diye, tarih, bilgi, ideoloji ekliyor ve bu gelenek maalesef hâlâ devam ediyor.
Aslında yapılmak istenen edebiyat eserinde, estetik eksikliğini, içine eklenen, bilim, tarih, psikoloji, sosyoloji ile kapatmaya çalışmak.
Yeni insan olmadan yeni edebiyat da olmaz. Bu okul yeni insanı yaratma anlamında önemli katkılarda bulunmuştur tarihimize. Yeni insan, meşrutiyeti isteyen, özgürlüğü arzulayan İttihat ve Terakki Cemiyeti’nde vücut bulan insandır. Edebiyat bir okul görevi görüyor bu dönemin aydınları için. Ne güzel...
Marx’ın en sevdiğim çıkarımlarından ikisi “Görüntü ile öz arasında fark olmasaydı bilim de olmazdı...” ve “Somutun zenginliğinde soyutu bulabilmek...” söylemleridir. Edebiyatçının bilim insanından farkı, görünmeyeni hisleriyle görebilmesidir. Somutun zenginliğinde soyut olanı kavrayabilme yeteneğidir. Edebiyatçı bunu yarattığı karakterlerle yapar. Sanat ile bilimin de dikkatlice baktığımızda aynı işleve sahip olduğunu görebiliriz. Sanat da bilim de gerçeği arama uğraşıdır. İkisinin de başlangıcı gözleme dayanır. Aranan gerçek ise gözlemin, yani görünenin çok gerisinde. Gözlemek ilk aşamadır, sonuç değildir. Sonuca yani soyut olana giderken atılacak adımlardan sadece bir tanesi. Bu noktada edebiyatçı da bilim insanı da gözleme saplanıp kalamaz; daha derine, görünmeyeni görmeye çalışmalıdır. Türk edebiyatının kısır kalmasının nedenlerinden biri de tam burada ortaya çıkıyor. Gözleme takılıp, gerçeğe ulaşmak için çabalamamak.
Edebiyatçı gözlemlerinin sonucunda, gerçeğe ulaşmak için yarattığı karakterler ile bunu yapabiliyor. Peki buraya kadar güzel ama daha anlaşılabilmesi için buna birkaç örnek verelim.
Edebiyat özelinde roman sanatı üzerinden örnek vermek gerekirse:
Robinson Crusoe’nin yazarı Daniel Defoe bir iktisatçı sayılabilir. İktisat alanında isim yaptığı için değil, iki büyük iktisatçıya müthiş bir öngörü sağladığı için.
Adam Smith ve David Ricardo’nun başlangıç aldıkları yalnız avcı ile balıkçı karakterleri ıssız adada bir başına yaşama tutunmaya çalışan Robinson Crusoe’dir demek çok da abartı olmayacaktır. Bunu söyleyen de o hacimli Grundrisse kitabı ile Karl Marx’tır. Bu kitap temelinde insanın birey olma yolunda, cemaatinin dışında tek başına nasıl ayakta kalabileceğini anlatan, bireyin ortaya çıkışındaki en önemli edebiyat eseridir. Bilim insanlarına önemli bir yol açıyor.
Görüyoruz ki iyi bir edebiyat eseri didaktik olmak zorunda değil. İyi edebiyat doğası gereği, düşün insanlarının yolunu açar.
Don Quijote, 1605 yılında yazıldığında, bir dönemin bitip yeni bir dönemin başladığını vurguluyordu. Yazar yerleşik ahlak anlayışına, şövalyeliğin artık bir parodiye dönüştüğüne vurgu yapmaya çalışır, feodal toplumdaki toprağa ve ahlaka bağlı kişiliğinden çıkıp artık yeni dünyalar arayan, gezgin bir insan tipini salık veriyordu dünyaya.
Don Quijote, kendisinden sonra gelen bütün tarihçilerin yolunu aydınlatıyordu.
Stendhal’in
Kırmızı ve Siyah adlı romanı...
Julien Sorel, Fransız Devrimi’nin ve sanayi devriminin yarattığı bir karakter olarak karşımıza çıkıyor. Yoksul kökenlidir ve ailesi onun en gözde meslek olan rahip olarak yetiştirilmesini istemektedir. Yoksul olduğu için hem tutkunun peşindedir hem de başarının. Hem Madam Renal’in tutkusunu istemektedir hem de Matmazel Mathilde’nin şımarık aşkını, yani gücü. Hem yükselmek ister hem de tutkularının peşinden gitmek. Fevri görünüşlü fakat aynı zamanda hesaplı olma çabası içerisindedir. Dünya nimetlerini isterken yarının dünyasını da aklından çıkaramaz. Julien Sorel öyle bir karakter haline geliyor ki kendisinden sonra gelecek olan sosyologların, psikologların önünde bir sembol oluyor.
Kafka 1920’lerde
Dönüşüm’ü yazdı. Kapitalizmin yavaşladığı, insanların umutlanmaya başladığı bir dönemdi. Kısa süre sonra da Büyük Buhran 1929’da tüm dünyayı kasıp kavuracaktı. Kafka’nın Samsa’sı artık gelecekten ümidini kesmiş, bir odaya kapanmış ve kendisini böceğe dönüşmüş hisseder. 1980’lere ulaştığımızda artık herkes kendisinin büyük şirketler ve vahşi kapitalizm karşısında böceğe dönüştüğünü net olarak görebiliyor. Kafka’nın farkı bunu çok önceden görmesi. Gelişmesi durmuş kapitalizm, başkaldıramayan bireyleri, yaratıcılıktan yoksun insanlığı, hareket edemeyenleri, somutun zenginliğinde soyut bir karakter olarak karşımıza çıkarıyor. Bilim insanları için ne güzel bir yol açıyor...
Edebiyat sadece edebiyat değildir, yeni insanı yaratan, bilimin önünü açan bir sezgiye de sahiptir.
O yüzden edebiyat aynı zamanda önemli bir okul işlevi görüyor. Türk edebiyatında da elbette birçok örneği var bu okulun. Cumhuriyetle birlikte yeni bir edebiyat anlayışı, yeni bir dönem, yeni bir okul açılır.
Cumhuriyetin fikri yapısını Reşat Nuri Güntekin, Halide Edip, Yakup Kadri, Refik Halit Karay gibi edebiyatçılar oluşturmaktadır.
Okulun adı
Kadro dergisidir. Sahibi ise Yakup Kadri. “Kadro” yeni cumhuriyetin fikri altyapısının kurulmasında öncü olmuştur. “Kadro” harekâtını daha detaylı okumak isteyenler için Merdan Yanardağ’ın
Kadro Harekâtı kitabını öneririm.
İşte tam burada cumhuriyet edebiyatçıları Yeni Türkiye’nin, yeni insanın ipuçlarını vermeye başladılar. Yakup Kadri
Yaban romanında, savaşta bir kolunu kaybetmiş Ahmet Celal üzerinden soruyor. Bütün berraklığı ile, romantizme kaçmadan, köycülük güzellemesi yapmadan, gerçekçi bir şekilde sorguluyor dönemini.
Aydınlanmanın İstanbul’dan Anadolu’ya kayması gerekliliği, “Köylü milletin efendisidir” söylemi üzerinden Anadolu’ya geçiyor. Ahmet Celal, köyün, kendisini bir kahraman olarak karşılayacağını umarken köy Ahmet Celal’i “yaban” olarak görüyor.
Ahmet Celal büyük bir şok yaşıyor ve soruyor: “Kuşlar nasıl sevişir, kediler nasıl sevişir, biliyorum. Lakin, bu köy halkının nasıl seviştiklerini tahmin edemiyorum. Bizim gibi, göz göze bakışırlar mı? El ele tutuşurlar mı? Dudak dudağa gelirler mi? Okşayışları nasıldır? Kalbin bir süt çanağı gibi kabarıp taştığı dakikada, ağızlarından çıkan sesin anlamı ve ahengi nedir?” Ahmet Celal merak ediyor.
Merak değiştirmenin ve anlamanın birinci koşulu. Bir bilim insanı, bir siyasetçi bunu ancak bir romancının sezgilerinden öğreniyor. Somut davranışlar, soyut gerçeğe götürüyor bizi, böylece hissediyoruz, öğrenmeye ve anlamaya başlıyoruz.
Reşat Nuri Güntekin de aydınlanmanın İstanbul’un dışında Anadolu’da olduğunu düşünüyor. İntelijansın İstanbul’un dışına kayması fikri bir paradigmanın kırılması anlamına geliyor. Umut yeni yerlerde, yeniyi bulmak için verilen mücadelede kendinden öncekine açılmış bir savaş var, bu kaçınılmaz oluyor.
Yeşil Gece romanında Şahin Efendi medresede yetişmiş bir adam, ama ona yeterli gelmiyor. Bir süre sonra medrese Şahin Efendi’ye fazla boğucu gelmeye başlıyor. “Bu karanlıkta yaşanmaz, asırlardan beri burada yeşil gece hüküm sürüyor” diyor ve Anadolu’nun küçük bir kasabasında öğretmenlik yapmaya başlıyor. Softanın içine kurt düşüyor. Kurt kemirir, onun da içini kemirmeye başlıyor. Yeniyi aramaya Anadolu’ya gidiyor. Herkes İstanbul’da öğretmenlik için aracı ararken Şahin Efendi Anadolu’ya gitmek istiyor.
Şahin Efendi kasabada sadece öğretmenlik yapmıyor, eşrafla, düşünceleriyle kavga ediyor. Yeniyi aramak kavgasız olmuyor. Kavgasız aydın, bir süre sonra solucana dönüşüyor, dönüşmek zorunda kalıyor. Şahin Efendi kavga ediyor.
Sonrasında cumhuriyet ilan ediliyor. Şahin Efendi Yunan sürgününden tekrar kasabaya dönüyor. Kavga ettiği gerici esnafın bu kez cumhuriyet taraftarı olduğunu görüyor. Kavga kaçınılmaz, ama nereye kadar? Şahin Efendi bir kez daha yol ayrımında hissediyor kendisini. Umut şimalde! Şimalde yeni bir düzen kuruluyor o zamanlar. Daha eşitlikçi bir düzenden bahsediliyor. Şahin Efendi bunu tam bilmese de hissediyor. Roman şu paragrafla bitiyor:
“Yol, burada dörde ayrılıyordu. Sarıova’dan çıkarken nereye gideceğini kararlaştırmamıştı. Karanlıktan bir ilham bekler gibi uzun uzun ileriye baktı. Nihayet, ‘Şu ortadakini tutarsam beni zaferin ve inkılabın doğduğu yere götürür. Orada derdimi nasıl olsa anlatırım’ dedi. Bu ümit, ona bütün neşesini ve bedbinliğini iade etti. Bohçasını, kitaplarını, testisini tekrar eline aldı. Şimalden esmeye başlayan serin rüzgâra karşı pardösünün yakasını kaldırarak yola düştü.”
Yeniyi arıyorlar, yeniyi ararken mücadele ediyorlar... Yeniyi ararken bir okul oluyorlar. Bilim insanlarının, siyasetçilerin önünü açıyorlar.
Reşat Nuri’nin
Çalıkuşu romanından da uzun uzun bahsetmek isterdim yerimiz dar ama burada da bir genç kadın olarak, değiştirmek için Anadolu’nun yolunu tutan, değiştirirken mücadele eden Feride’yi görürüz...
Halide Edip cumhuriyet kadınının ipuçlarını
Sinekli Bakkal romanında şu cümlelerle vermeye çalışıyor: “Ve Rabia büyüyordu. Sırf kol, bacak uzamasından ibaret bir büyüyüş değil, benliğinden hasıl olan başkalıkla, yeni kudretle oluşan bir büyüyüş. O, Sinekli Bakkal’ı, babasından çok meşgul ediyordu. Yaşıtlarından bir baş uzun, kafası dimdik, karşısındakilerin gözlerine bakmaktan sıkılmayan cesur bakışlı, servi vakarıyla dolaşan bir kız... Bir kadın gibi gençlik çağına gelince fukara sınıfı işçi kadınlarının giyinişini seçti. Uzun, bol bir siyah yeldirme, belden aşağı düşen beyaz patiska başörtüsü ve üstünde her zaman arkaya atılan ve hiçbir zaman inmeyen bir peçe.”
Halide Edip yeni Türkiye’nin yeni kadın tipolojisini büyütüyor. İlk feminist ipuçlarını sunuyor.
Sinekli Bakkal’ın bütün kadınları bir kişiliğe sahip, hepsi de kendi dünyalarında güçlü kadınlar. Erkekleri ise zayıf, güçsüz, “Kız Tevfik” gibi karakterler.
Cumhuriyet okulundan sonra bir okul daha kuruluyor ülkemizde. Okulun adı sosyalistler. Nâzım Hikmet “Putları yıkıyoruz!” ile başlatıyor. Kendinden önceki putları yıkmadan, yeni, sosyalist insanı yaratamayacağını biliyor Nâzım Hikmet. Yolu açıyor, yola Kemal Tahir, Orhan Kemal, Balaban vd. devam ediyor. Açılan yolda ilerleyenler de var. Aziz Nesin, Rıfat Ilgaz, Sabahattin Ali... İçine mizah katarak yeni bir gerçeklik oluşturuyorlar.
Marko Paşa diyorlar,
Zincirli Hürriyet diyorlar... Devlet kapattıkça yeni bir isimle devam ediyorlar.
Bir taraftan da kadınlar var, Behice Boran’lar yetişiyor, Sabiha Sertel’ler, Suat Derviş’ler.
Ne yazık ki 1968 kuşağı ve 1978 kuşağı yeni bir okul kuramıyor. Maoculuk var, Kültür Devrimi var ve bu sadece köy güzellemesi katıyor Türk edebiyatına. Bu uzun bir konu, burada kesiyorum.
Okul yoksa yeni insan da yok. Geçici kalıyor, derinlere nüfuz edemiyor.
***
“Gerçekçi sanat, gerçeği nakletmek değildir. Bu, çalışkan istatistikçilerle dürüst gazetecilerin işidir. Gerçekçi sanat, gerçeği yeniden yaratmaktır. Somutu soyut olarak görmektir. Böyle sanat ve edebiyat bilim insanının en büyük hazinesidir.”
Bilim ve Edebiyat, Yalçın Küçük
***
Postmodernist bakış, siyasi yozlaşma dışında, edebiyat alanında da bırakınız yapsınlar, bırakınız yazsınlar gibi insanlara sınırsız özgürlük vaadiyle yola çıkıp edebi yozlaşmanın da kapısını açmış oldu.
Bu edebiyat okullarını, ustalarını, edebi kerterizleri de boşa çıkarmış oldu.
Halbuki özgürlüğün en basit tanımında dahi, sınırsızlık yoktur. İyi belirlenmiş sınırlar içerisinde, toplumsal birlikteliğin ve toplumun ilerici güçlerinin itkisiyle oluşmuş, bir mutabakat alanı olmasıdır. Basit bir örnekle açıklamamız lazım bu durumu. Modern çocuk eğitiminde çocuğa sonsuz özgürlük alanı bırakılma fikri vardır. Halbuki çocuk sınırlar ortadan kalktığında güvenli alanı da ortadan kalkmış olduğu için, endişe, kaygı ve kaybolma hissi yaşar. Günümüz insanının tanımında aşırı kaygı çağı, endişe çağı denmesinin sebeplerinden biri de budur.
Okulun, eğitimin, ustanın boşa çıktığı her kurum, özgürlük değil kaygı ve endişe yaratır, bu da yolun ve gerçekliğin kaybolması demektir.
Edebiyat içinde bu yol kaybedilmiştir. Edebiyatın okulları lağvedilmiştir. Bırakınız yapsınlar, bırakınız yazsınlar yeni bir özgürlük alanı değil, “yol”suzluğa ve edebiyatın anlamının kaybolmasına sebep olmuştu.
Maddi gücü olan, reklam yapabilme şansı olanlara sadece kapılar açılmış, ortada sadece popülist olanlar kalmıştır.
Edebiyat deyip geçmemek, aydınlanma yolunda edebiyatın da bir yol gösterici olduğunu unutmamak dileğiyle...