‘’On iki kurşun yemiş de/Oy demedi benim oğlum/Yarı yolda koydun beni/Hem elimdin hemi kolum// Ne kadar sevenin varmış/Kırıldı Avşar uşağı/Katiller kaçmasın diye/Oğlum iniyor aşağı//Ozan ben alayım gadan/Gülerek ölüme giden/Ölmesin sürünsün yavrum/Yurdumuzu böyle bölen//Ablanı emanet ettim/Oğlum rahat ölecektim/On bilezik bozdurdum da/Sana gelin alacaktım//Baban çok perişan Ozan/Derdin içine atıyor/Saç sakal bıraktı guzum/Elbiseyinen yatıyor…’’- Bahar DADALOĞLU
Bahar Dadaloğlu’nun, ’’Köy Enstitülü Avşar Kızı’’ kitabını okurken, anılara dalıp gittim… Bahar Ana’nın, ’’Oğlum, sen üşüme!’’ diyerek sırtındaki yün kazağı çıkarıp bana giydirdiği günleri anımsadım... *** Ulus’ta, Demir İş Hanı’nda ’Köyün Çocuğu Yayınevi’nin bürosu.. Ankara Atatürk Lisesi’ndeki öğrenci grubumuz... 12 Mart Muhtırası... 1974 Ecevit affı... Seyranbağları’nda, köşede, cadde üstünde, su deposunun yakınlarındaki ev... Seyranbağları Halkevi.. İzmir Caddesi’nde, Yurtsever Gençlik Derneği’nde Güzide Dadaloğlu ile karşılaşma... Nebi Dadaloğlu öğretmenlerimle, ‘’Cam cama değmesin/ can cana değsin’’ diyerek kadeh kaldırdığımız günler... Ve yitikler, yitikler... Dadaloğlu ailesinin kara yazgısı… Önce iki küçük yavrusunu zatürreeden yitiriyor... Siyasi dönemde büyük kızları Güzide kayboluyor. Ardından oğulları Ozan Dadaloğlu öldürülüyor... Bu zincire bir yerde lise arkadaşım Namık Kemal ekleniyor; o da, siyasi sığınmacı olarak gittiği Almanya’da intihar ediyor... Kafamın içinde yığılmış, üste üste çekilmiş film karelerinin andıran bu yaşanmışlıkları nasıl oturtacağım yerli yerine... *** Nebi Dadaloğlu ve eşi Bahar Ana (Bahar Dadaloğlu) köy enstitülü öğretmenlerimdi. Okulda öğrencileri olmamıştım, ama onlara çocukları kadar yakın oldum. Nebi öğretmenim, ağzından hiç düşmeyen sigarası, başındaki köylü kasketiyle dolaşırdı. Kasketini çıkardığında, ilerlemiş yaşına karşın, hiç dökülmemiş, beyazdüşmemiş saçları vardı… Kayseri, Pazarören’li amca çocukları Nebi ve Bahar Dadaloğlu, Köy Enstitüsünü birlikte bitirip evlendikten sonra, idealist bütün köy enstitülü öğretmenler gibi, köylerde çalışmayı görev bilmişler. Amaçları, aydınlanmanın ışığını kuş uçmaz, kervan geçmez yerlere götürmek… Görevlerinin ilk yıllarında, soğuk okul lojmanlarında, biri kız, diğeri erkek iki bebeklerini zatürreeye kurban vermişler. Başka bir köyde, bir arkadaşlarının kundaktaki bebeğinin lojman tuvaletinden çıkan lağım faresi tarafından parçalanmasına tanık olmuşlar! NEBİ DADALOĞLU İLE İLK KARŞILAŞMA Ankara Atatürk Lisesi’ne yeni başlamıştım. Köyden kente yeni gelmiş bir köy çocuğunun travmalarını yaşıyordum. Köyü anlatan öykü, roman ve şiirleri seviyordum. Bir gün, Zafer Çarşısı’ndaki kitapçıları dolaşırken, üzerinde ‘Köyün Çocuğu Yayınları’ yazan kitapçıklar gördüm : GARDAŞLARIM; GILLI ÇARIK; ELLERİMİZ.. Üçünü de satın alıp bir solukta okudum. Ellerimiz kitabında şöyle diyordu Nebi baba: Sizin elleriniz beyaz/ Gödek gödek, yuvak, yuvak/ Gara bizim ellerimiz/ Boğum, boğum, çatlak çatlak Oturduğumuz apartmandaki kapıcı kızına ilgi duyuyordum. Yüzü güneş yanığı içinde, kara, kuru bir çocuktum. Kız yüzüme bakmıyordu. Nebi Hocanın dizelerinden etkilenerek bir şiir yazdım kıza. " Yürü be kızım/ Sen kim, ben kim/ Sen piyano sesleriyle ninnilenmişsin/ Ben kağnı gıcırtılarıyla uyutulmuşum/ Sen rujlarla, ojelerle süslenirsin/ Benim anam bayramdan bayrama başına yakacak bir kına da bulamaz...’’ Çocuk aklı işte. Şiiri yazdığım kâğıdı, merdivenlerden inerken kızın eline tutuşturdum. Apartmanda kıyamet koptu. Kız, kâğıdı annesine vermiş; annesi, yengeme; yengem de ağabeyime söyledi... Dayak değil ama dayaktan beter azar işittim ağabeyimden: ‘’ Burası Ankara oğlum, eşeklerin peşinden koşturduğun köy yeri değil; aklının başına topla!’’ Ağabeyimin sözleri kurşun gibi işledi yüreğime. Bilet parası bulsam, okulu bırakıp köye döbeceğim… *** Zafer Çarşısı’ndan aldığım kitapçıkların üzerindeki adrese baka baka Ulus’ta, Demir İşhanı’ndaki Köyün Çocuğu Yayınevi’ni buldum. Nebi öğretmenim, yıllardır görmediği bir öğrencisiyle karşılaşmış gibi sarılarak karşıladı beni. Daracık,loş bir odada, matbaadan gelen sayfa provalarının düzeltmelerini yapıyordu. Yazdığı kitapları, kitapçılara kendisi dağıtıyordu. Daha sonra, 12 Mart1971 askeri darbesinden sonra, Sıkıyönetim Mahkemesi, Gardaşlarım, Gıllı Çarık ve Ellerimiz adlı kitaplar hakkında dava açıtı, bu kitapların yakılarak imha edilmesine karar verdi… ATATÜRK LİSESİ’NDEKİ ÖĞRENCİ GRUBUMUZ Cengiz, Namık Kemal, Sabri, Dolma Memet ve Mürsel, Atatürk Lisesi’nde, bir gruba bağlı solcu öğrencilerdik. Kızılay Bulvarı’nda İşçi Köylü Gazetesi satışlarına katılıyor, Adakale Sokağı’nda, Doğan Avcıoğlu’nun Devrim Gazetesi’yle aynı kattadaki İşçi- Köylü bürosuna gidip geliyor; oradan alıp okuduğumuz kitaplardan, Türkiye’deki işçi- köylü iktidarını nasıl kuracağımızı öğreniyorduk. Dil ve Tarih Coğrafya Fakültenden, Siyasal Bilgiler Fakültesinden gelen devrimci ağabeylerimizin yardımıyla, Atatürk Lisesi’nin Ülkücü Müdür Deli Veli’ye karşı( Veli Soysaldı) ilk lise boykotunu biz başlatmıştık... Boykota katılan diğer öğrenci arkadaşlarımızla birlikte devrimci marşlar söyleyerek Kızılay’a kadar yürümek, bizim için unutulmaz devrimci bir eylemdi. Arkadaşlarımızdan Sabri, sesiz, sakin, ama kararlı biriydi. Fazla konuşmaz, ‘’ben eylem adamıyım’’ derdi. Aldığı sorumlulukları yerine eksiksiz getirirdi. Cengiz, derslerinde başarılı, çalışkan bir öğrenciydi. Siyasi etkinliklere katılmasına krtşın derslerini aksatmazdı. Gazetecilik okuyup, ağabeyi gibi TRT’de çalışmayı planlıyordu. Namık Kemal, duygusal bir arkadaşımızdı. Mutsuz bir çocuktu. Kırılgan bir yapıya sahipti. Zaman zaman öfkelenmesine karşın, kırıcı değildi. Çok sigara içer, bazen sohbetlerden uzaklaşıp başka konulara dalıp giderdi. Sıkıntılarını anlatabildiği en yakın arkadaşı bendim. Baş başa kaldığımızda, aile sorunlarından söz eder, babasının kendisine ve kardeşlerine kötü davrandığını söylerdi. Bir gün, durup dururken, bana, “ Sen güvenilir, iyi bir arkadaşsın, insan sana canını bile emanet edebilir.’’ demişti. Bunu niçin söylemişti, o karmakarışık ruh dünyasında neler gizliydi, bilemiyordum. Ben ise, ayakları yere basmayan, aklı bir karış havada, aylak biriydim. Köy ile kent arasına sıkışmışlığın bunalımını yaşıyordum. Ders çalışmak yerine sinemaya, tiyatroya gitmeyi, öykü ve roman okumayı, şiir yazmayı yeğliyordum. Yanlarında kaldığım Ağabeyim ve yengem dar gelirli memurlardı. Onlara yük olmamak için, hafta sonlarında Rüzgârlı Sokağı’ndaki Memleket Gazetesinde çalışıyordum. Gazetenin sahibi Şemsi Belli, bende kendi çocukluğunu yaşadığını söyleyerek yaptığım işler karşılığında cep harçlığı veriyordu. 12 MART MUHTIRASI 12 Mart darbesinden sonra, liseli grubumuz ortada kalmıştı. Hiçbirimiz tutuklanmamıştık. Ancak, bağlı olduğumuz siyasi hareketin lider kadrosu tutuklanmış, geriye kalanlar ise aranıyordu. Radyodan arananların adları okunuyor, fotoğrafları kent merkezlerine asılıyordu.Söke Dağları’ndaki mağaralarda saklanan örgüt elemanlarının teksirle basıp çoğalttıkları gizli yayın organı Şafak Gazetesi’ni Ankara’ya ulaştırıyorlardı. Bizler de belli merkezlerden bu gazeteleri alıp okuduktan sonra başka arkadaşlara aktarıyorduk… O hafta, Şafak Gazetesi’ni Gazi Eğitim’deki bir arkadaştan alıp bizim gruba ulaştırma görevi bana verilmişti. Her gün evlerde arama yapılıyor, ortalık polis kaynıyordu. Köşe başında insanlar durdurulup kimlikleri sorgulanıyor, üzerleri didik didik aranıyordu. Ben, çelimsiz, ufacık biri olduğum için pek dikkati çekmiyordum. Gazi Eğitim’in önünde bekleyen polis araçlarının arasından geçtim; buluşma noktasındaki arkadaştan aldığım Şafak Gazetesi’ni koynuma sakladıktan sonra aynı yoldan geri döndüm. Sakin ve soğukkanlı adımlarla polis noktasını aşıp dışarı çıktığımda kendimi görevini başarmış Sovyet devriminin bir partizanı gibi görmeye başladım. Ancak, işim henüz bitmemişti. Yürüyerek demiryolu köprüsünün altına geldiğimde, aniden askeri bir cip fren yaparak önümde durdu. Kaçacak bir yer yoktu. Cipte oturan subay başını dışarıya çıkarıp bana baktıktan sonra, ’’ Bu daha çocuk, zaman yitirmeyelim, devam et!’’ dedi; cipi süren asker gaza bastı, uzaklaştılar. Derin bir nefes aldım. Gösterişsiz görünümün böyle yararları da vardı. Alnımda biriken soğuk terleri kolumla sildikten sonra köşe başındaki büfeden bir gazoz alıp içimi rahatlatmaya çalıştım. Gruptaki arkadaşlarla buluşma yerimiz olan bodrum katındaki daireye geldiğimde, arkadaşları heyecan içinde bekler buldum. Terden ıslanmış Şafak Gazetesi’ni koynumdan bir kahraman edasıyla çıkarıp masanın üzerine bırakırken, askeri ciple karşılaşmamı anlattım.Beni dinleyen arkadaşlarımdan biri hemen şu yorumu yaptı: “ Evde böyle topluca oturup arkadaşın ve Şafak Gazetesi’ni getirmesini beklememiz büyük hataydı. Arkadaşımız yakalayabilir, göreceği baskı ve işkence sonunda yerimizi söyleyebilir, gelip bizi de alabilirlerdi.’’ Bu değerlendirmeye çok bozuldum, ben yanıt vermeye hazırlanırken Namık Kemal yerinden kalktı, yanıma geldi, elini omzuma koydu, ’’Bu ser verip sır vermeyen bir arkadaşımızdır. Canı pahasına bizi ele vermezdi. Arkadaşımıza güvenelim’’ dedi. Büyük bir görevi başarmanın huzuru içindeydim… YURSEVER GENÇLİK DERNEĞİ Nebi öğretmenimle dışarıda sürekli görüşüyorduk, ancak evlerine henüz gidip gelmeye başlamamıştım. Büyük kızları Güzide’yi, 1974 Ecevit affı ve Kıbrıs askeri harekâtından sonra, Ankara’da, Yurtsever Gençlik Derneği’nde tanımıştım. Gazi Eğitim Enstitüsü’nde okuyordu. Gözlüklü, esmer, ufak tefek, sessiz, sakin bir kızdı. Aftan sonra, siyasi grubumuz yeniden toparlanıyordu. Atatürk Lisesinden arkadaşlarım Cengiz, Sabri ve Kemal ile birlikte Yurtsever Gençlik Derneği’ni kurmuşlardı. Ben dernek kuruluşunda görev almadım. Ancak, düzenlenen etkinliklere katılıyordum. Kıbrıs askeri çıkartmasının yapıldığı günlerdi. Dernek, Kıbrıs harekâtını ’’işgal’’ olarak değerlendiriyordu. Düzenledikleri ’’İşgale nihayet, Kıbrıs’a hürriyet’’ kampanyasıyla, Kıbrıs’taki Türk askerlerinin geri çekilmesini, savunuyorlardı. Protesto eylemlerini, afiş ve bildirilerle sürdürdüler. Bu etkinliklerinden dolayı haklarında Ankara Devlet Güvenlik Mahkemesi’nde dava açıldı. “İşgale nihayet, Kıbrıs’a hürriyet’’ kampanyasından sonra, polis, Yurtsever Gençlik Derneği’ni yakın izlemeye aldı. Ankara Devlet Güvenlik Mahkemesi’ndeki dava sonuçlandı. Güzide ve lise arkadaşlarım 8’er yıl ağır hapis cezasına çarptırıldı, dernek kapatıldı. Güzide ve okul arkadaşlarım, yurt dışına çıkmak zorunda kaldı. OZAN DADAOĞLU’NUN ÖLDÜRÜLMESİ Ozan, Dadaloğlu ailesinin son yitiğiydi... Nebi ve Bahar öğretmenlerim; Ozan’ı, faşist bir saldırıya kurban verdiler! Ozan’la Seyranbağları Halkevi’nde karşılaşıyorduk. Farklı siyasi gruplarda yer aldığımı için pek ortak anılarımız olmadı. Birlikte, Seyranbağları Huzurevi’nde kalan şair Enver Gökçe’yi ziyarete gittiğimiz bir günü anımsıyorum. Farklı görüşlerimize karşın, Ozan, beni bir aile yakını olarak görür; evlerine gidip gelmekte sorun yaşamazdım. Seyranbağları’nda, Camlı Kahve durağının köşesinde, su deposunun yakınlarındaki bir apartmanda oturuyorlardı. Ozan’ın evde bulunduğu bir sırada, çalınan kapıyı küçük kız kardeşi Jülide açıyor, eşikte bekleyenler, “Biz, Ozan’ın arkadaşlarıyız; Ozan’ı çağırır mısın?” diyorlar. Ozan, koridorda görünür görünmez 12 kurşun sıkıyorlar. Ağır yaralı olarak Hacettepe Hastanesi’ne kaldırılıyor; doktorların çabasına karşın kurtarılamıyor... *** Derken 12 Eylül darbesi geldi. Yaprak dökümünü çağrıştıran yitikler sürdü… Darbe öncesinde işlenen siyasi cinayetleri 12 Eylül sonrasının kanlı sıkıyönetim operasyonları, işkenceler ve idamlar izledi... ‘ŞAPKALI DEVRİMCİ’NİN ÖLÜM HABERİ Ozan’ın öldürülmesinden ve 12 Eylül darbesinden sonra, Dadaloğlu Ankara’dan İstanbul’a, Avcılar Öğretmenler Sitesi’ndeki evlerine taşındı. İstanbul’da, Güneş ve Milliyet gazetelerinde çalıştığım günlerde Nebi/ Bahar öğretmenlerimin evlerine sürekli gidip gelirdim. Jülide veya Nebi öğretmenim de işyerimde ziyaretime geliyorlardı. İşten çıkacağım saatlerde gazete bürosuna gelen Julide, lafı dolaştırmadan, ’’Babam bu akşam seni eve bekliyor!’’ diyordu. Nedenini bilmeme karşın sorardım: ’’Hayırdır, öğretmenim beni rüyasında mı görmüş!’’ Gülerek bilinen soruya, bilinen yanıtı verirdi: ’’ Ne bileyim ben, evde tek başına rakı içmek istemiyor herhalde.’’ Nebi öğretmenim geldiğinde ise oyalanmama fırsat bırakmadan, ’’Haydi, toparlan, gidiyoruz!’’ diyordu. ‘’Ne oldu, nereye gidiyoruz?’’ diye sormazdım. Elimdeki işi çabucak bitirdikten sonra çıkardık. Avcılar Meydanı’na geldikten sonra, marketten bir şeyler almak istediğimde, kararlı bir tavırla, ’’ Yürü haydi, evde rakı, meze her şey var, emekli maaşlarımızı yemekle bitiremiyoruz!’’ diyerek beni engellemeye çalışırdı. Uzaklara, çok uzaklara bir yolculuğa çıkacağımı, yıllarca dönemeyeceğimi biliyordu.’’Cam cama değmesin; can cana değsin!’’ diyerek rakı kadehlerini kaldırırken, ’’ Acaba bir daha görüşebilecek miyiz!’’ diyerek hüzünleniyordu. Sonra, ‘’O türküyü biliyon mu, de hele!’’ diyerek türkü söyletirdi bana. Nazlanmadan söylerken Bahar Ana’yla birlikte seslerini sesime katarlardı: ‘’Gönül gitme gurbet ele/ Ya gelinir, ya gelinmez/ Her güzele meyil verme/ Ya alınır, ya alınmaz..’’ Bir daha görüşemedik…Uzaklardan, yıllar sonra öğrendim ‘şapkalı devrimci’nin öldüğünü! KEMAL’IN İNTİHARI 12 Eylül’ün üzerinden yıllar geçmişti. Yeni gazeteler açılıyor; bazıları kapanıyor, medyada başlayan çürüme hızla devam ediyordu. Yağcı, yalaka olmayan, tutarlı bir duruşa sahip olan gazeteciler hızla basından tasfiye ediliyordu…Yurt dışına çıkmaya karar vermiştim. ‘‘Gurbete kaçacaktım, yok olup tükenmeye’’ Yurt dışına giderken çocukluğumu, gençlik anılarımı da bırakıp gidiyordum sanki. Ah kardeşim Namık Kemal, anılarımda bir türlü terk etmiyordu beni. Hep yanımdaydı. Her zamanki gibi içini döküyor; ben ona çocukluğumu, köyümün dağlarını, sularını anlatıyordum. Oralara birlikte gidecek, koyun, kuzu sesleri arasında su başlarında birlikte oturacaktık. İsveç’e gitme hazırlıklarını sürdürdüğüm günlerdi. Sirkeci- Kadıköy vapurundan indim. Hızla yürürken, biri omzuma dokundu. Durup baktığımda hemen tanıdım, Namık Kemal’in ağabeyi Oktay’dı. Bineceği Vapurun hareket etmesine az zaman kalmasına karşın, elimi tuttu, bırakmadı; “ Haberin var mı,’’ dedi,’’’arkadaşın Namık Kemal Almanya’da intihar etti, geçen hafta cenazesi geldi!” Buz gibi oldum! Başım döndü, gözlerim karardı, iskelenin çıkışındaki korkuluklara tutunarak ayakta durmaya çalıştım… Oktay, yüzüme acı ve serzenişle baktı: “Namık Kemal’i toprağa verirken, siyasi hareketten ve eski arkadaşlardan hiç kimse yanımızda değildi. Onun en sevdiği arkadaşı sendin; sen de vefasız çıktın!” dedi. Elimi bıraktı, koşarak vapura yetişmeye çalışırken durdu, geriye döndü, sözlerini tamamladı: “Kemal’in, Alman eşinden küçük bir kızı var; öyle de tatlı ki!” dedi. Vapur deniz sularını yararak uzaklaşırken, Gökyüzünde martı çığlıkları ve kurşun gibi bir hava vardı. Yine uzun yıllar geçti aradan... Şimdi oturup Kemal’in kızının kaç yaşında olduğunu hesaplamaya çalışıyorum. Kızı, Kemal’le koşuşturduğumuz yaşlarda olmalıydı şimdi...