Ali Haydar Nergis
Yıl 1997..
İsveç’te düzgün bir işte çalışıyordum.
Akşamları, balkondaki uydu anteni aracılığıyla Türk televizyon kanallarını izliyorum.
ANAP Genel Başkanı Mesut Yılmaz başkanlığındaki ANAP, Demokratik Sol Parti koalisyonu yeni kurulmuş.
Televizyon kanallarında dolaşırken İmren Aykut çarpıyor gözüme, ANP Milletvekili olarak Çevre Bakanlığı’na atanmış...
İmren Aykut, Adana’lı hemşerimdir. 12 Eylül 1980’den sonra Kenan Evren tarafından Danışma Meclisi’ne milletvekili atandığında, ben parlamento muhabiriydim. Aramızda, hemşerilikten
kaynaklanan sıkı bir dostluk gelişmişti. Öyle ki, işsiz kaldığım zamanlarda, harçlık vermeyi bile teklif etti. Benim de, Meclis koridorlarında yolunu şaşırdığında, onu gideceği yerlere götürmüşlüğüm vardı.
Malmö Belediyesi’ndeki işimden o gün erken çıkarak kutlamak için İmren hanımı aradım.
Telefonun diğer ucunda o tiz sesi:
‘’Neredesin sen!... Burada herkes birbirinin kuyusunu kazıyor. Etrafımda güveneceğim insan sayısı çok az. Hemen uçağa atla, gel; basın danışmanım ol!’’
Annemin kızdığı zamanlarda bana söylediği bir söz vardı:
‘’Oğlum, sen de baban gibisin. Kim, şeyim hıyar dese, bir avuç tuz alıp karşı gidiyorsun...’’
Büyük kızım henüz 5, küçük kızım 3 yaşındaydı. Çocuk yuvasına gidiyorlardı.
Onları o bıraktım, işten ayrıldım, atladım uçağa, gittim.
Doğrusu beni çok sıcak karşıladı. Yaklaşık 20 yıllık dostluktan bir şey eksilmemişti:
‘’Ne iyi ettin de geldin. Artık yanımda sırtımı güvenle yaslayabileceğim bir eski dostum var!’’ falan dedi.
Personel Müdürünü çağırdı, işlemleri çabucak tamamlattı, basın danışmanlığına atandım. Birlikte, 6 ay güzel güzel çalıştık.
Bir de şirin köpeği vardı; adı Şeker. Ufacık, gerçekten de şeker gibi bir şeydi.
Bakanlığın koridorlarında benden daha fiyakalı dolaşırdı. İmren hanımın saatlerce süren özel görüşmelerinde, özel Kalem Müdürü Dilek hanımın odasında toplantının bitmesini beklerken,
zamanımı Şeker’le oyalanarak geçirirdim…
Bir gün, Bakanlığın bahçesinde basın toplantısı düzenleyerek önemli bir projeyi açıklayacağız. İmren hanım tutturdu, ‘’İlle şeker de yanımda yer alacak.’’
Bir defa yanındaki sandalyede Şeker’in yer alması, haydi beni geçin, bakanlık bürokrasine karşı yakışıksız olacak. Açıkça böyle ifade edemedim tabii…
‘’Biliyorsunuz, bizim gazeteci milleti magazine çok meraklıdır. Basın toplantısında Şeker’i yanınıza alırsanız, söylediklerinizden çok Şeker’le ilgilenirler. Söyleyecekleriniz güme gider. ‘’ dedimse de söz dinletemedim… Üstelik de, ‘’Sen ne biçim İsveçlisin, hayvanları sevmiyor musun?’’ gibisinden sözler işittim. Sustum tabii… Akşam, televizyonlarda, ertesi sabah gazetelerde Şeker’le ilgili haberler ve boy boy fotoğraflar yer almış, basın toplantısının konusu güme gitmişti…
Çukurova bölgesine bir bakanlık gezisi ne çıkmıştık… İki üç gün, çevre konularında incelemelerde bulunduk. O arada İmren Hanım Kozan’daki köyüne gidip yakınlarını ziyaret etti. Bana da, ‘’Makam aracınla git, anneni gör, gel!’’ dedi. Kabul etmedim. Annem, Adana’nın Kayseri sınırındaki en uç ilçesi Tufanbeyli’nin bir köyünde yaşıyordu. Gidip gelmek bir günümü alırdı. Babam yıllarda ölmüş, Adana’da, Buruk Gömütlüğünde yatıyordu. Anneme gitmek yerine babamın mezarını ziyaret edecektim.
O gün gezi programımız erken bitmişti. Otele döndükten sonra İmren Hanım’dan izin aldım. Makam aracımla, Buruk Gömütlüğü’ndeki babamın mezarını ziyarete gittim. Saygı duruşundan ve gerekli seremonilerden sonra şoföre, ‘’Aracı bir benzinciye çek!’’ dedim. Önce anlamadı, ‘’Efendim, benzin yarına kadar idare eder. Yarın sabah, bölge müdürlüğünden fiş alıp depoyu doldururum.’’ dedi. Israrla bir benzinciye çektirdiğim aracın deposunu doldurttum, parasını maaşımdan ödedim. Otelin kapısına geldiğimizde ise, şoföre, ‘’ Bu saatte evde, çocuklarının yanında olman gerekirdi. Seni alıkoydum. Al şu parayı, çocuklarına 2 kilo et alırsın!’’ dedim. Almak istemedi; zorla verdim...
Vicdanım rahat, kafamın içi babamla ilgili güzel anılarla dolu bir şekilde, ağır ağır otelin merdivenlerinden odama çıktım.
***
Eeee? Sonra ne oldu?’’ diyeceksiniz...
Sonra, ‘’kuyu kazanlar’’, ‘’ arkadan hançerleyenler’’ kazandı yine...
Sözü uzatmadan Bakanlıktan ayrılma hikâyemi de anlatayım size...
1997’nin sonlarına doğruydu.
Bölge müdürlüklerine ve birimlere dağıtılmak üzere bakanlığın duvar takvimi bastırılacaktı...
Yapılacak ihalenin imza yetkisi basın danışmanı olarak bendeydi.
Bugün gibi anımsıyorum; iki teklif gelmişti.
Matbaacılardan biri, o zamanın parasıyla 3 Milyon, diğeri 5 Milyon Liraya basmak istiyordu aynı miktardaki takvimi.
Elbette ki, 3 milyon Lira teklif edene verecektim ihaleyi.
İmren Hanım beni odasına çağırdı.
Oradan, buradan konuştuktan sonra sözü takvim ihalesine getirdi.
İhaleyi, 3 Milyon Liralık teklif veren matbaacıya vereceğimi söylediğimde karşı çıktı:
‘’Diğer matbaacı tanıdık biri, bizim partinin ( ANAP’ın) işlerini de yapıyor; ihaleyi ona verelim.’’
O sorumluluğa giremeyeceğimi, isterse, ihaleyle ilgili imza yetkisini benden almasını söylediğimde:
‘’Yahu Ali, sen de iyice İsveç’li olmuşsun; burası Türkiye!’’ dedi.
Sözü uzatmadan, ‘’Peki’’ diyerek odasından ayrıldım.
Artık bardağın taştığı noktaya gelmiştik.
O gece sabaha dek uyumadan 11 sayfalık bir mektup kaleme aldım.
Arşivimdeki o mektuptan şu cümleleri aktarayım size:
‘’ Sayın Bakanım;
Benden, masaya yumruk atan, sizden aldığım güçle daire başkanlarını, şube müdürlerini karşımda ayakta durduran bir bürokrat gibi davranmamı istediğinizde, bunu yapamayacağımı belirterek şu yanıtı vermiştim: ‘Ben, bu görevden ayrıldıktan sonra, Kızılay bulvarında yürürken, Bakanlıktan eski arkadaşlarla karşılaştığımda, bana nefretle yüz çevirmelerini değil, coşkuyla boynuma sarılmalarını beklerim... O yüzden, onlara karşı masaya yumruk atan bir adam olamam…’ Hâlâ da o düşüncedeyim..‘’
Sabah erkenden odamda özel eşyalarımı topladım. Fotokopisini çektiğim mektubun orijinalini bir zarfa koyup, İistifa dilekçemle birlikte İmren hanımın masasına bıraktıktım. Makamına geldiğinde fazla konuşmaya fırsat bırakmadan buruk bir vedalaşmayla görevden ayrıldım...
***
Aradan neredeyse çeyrek yüz yıl geçmiş… Bir daha hiç karşılaşmadık İmren hanım’la. Bunları yazarken amacım, ne bir ‘’helalleşme’’, ne de’’ hesaplaşma…’’. Nedeni çok basit, hatta komik…
Aşık Mahzuni’nin bir eserini dinlerken geldi aklıma bunları yazmak.. Murat Karayalçın’ın Ankara Belediye Başkanlığı döneminde, Aşık Mahzuni ‘yi danışman olarak işe almışlar. Onun, ‘’Ben
Karayalçın’a danışman oldum’’ adlı eserini dinlerken, kendi danışmanlık günlerimi anımsadım…
Kulakları çınlasın İmren hanımın! Umarım, bir yerlerden duyar da okur bu yazıyı… Fırlatıp bir yerlere atmadıysa, omektubumu açar, bir daha okur belki… O nostaljik günlerimizi bir kez daha anmış oluruz böylece.. .
‘’Ben Karayalçın’a danışman oldum:’’
https://www.youtube.com/watch?v=ZFzTJVU_ETk
ali.nergis@gmail.com