Lukas, gizemli bir arkadaştı. 12 Mart 1971 darbesinden sonra, Türkiye’den İsveç’e siyasi sığınmacı olarak gelmişti. İsveç’e geldikten sonra, adını, soyadını değiştirmişti. Kullandığı sözcüklerden, vurgulamalarından Yozgat, Çankırı, Çorum yöresinden geldiğini tahmin ediyorduk. Gerçek adını, kimliğini tam olarak öğrenemedik. Kağıt üzerindeki adı Abdullah’tı. Soyadı da Türk’lü bir şeydi; Türkoğlu muydu, Türkcan mıydı, şimdi anımsamıyorum. Ama, biz onu Lukas takma adıyla biliyorduk.
Bölük pörçük konuşmalarından, İbrahim Kaypakkaya grubunda yer aldığını sezinliyordum.12 Mart günlerinde, uzak bir Anadolu kasabasında hükumet tabibi olarak görev yaparken “gizli örgüt üyesi olmak” suçlamasıyla gözaltına alınmış, gördüğü işkence sonucu beyni zedelenmişti. Başını dik tutmakta zorluk yaşıyordu. Dengesini sağlayabilmesi için boynunu sürekli yana doğru eğik
tutması gerekiyordu. Belleği bir gidip, bir geliyordu. Sizinle güzel güzel konuşurken bir de bakmışsınız ki, anlattıklarından kopmuş, ilgisiz şeyler söylüyor.. Verilen ağır ilaçları kullanmadığı zamanlarda, en yakın arkadaşlarını dahi tanıyamıyordu.
İsveçli doktorlar onu sağlığına kavuşturmak için ellerinden geleni yaptılar. Çare bulamayınca Lukas’ı komşu ülke Danimarka’daki İşkenceye Uğrayanları Tedavi Merkezi’ne yönlendirdiler. Dünyanın çeşitli ülkelerinde ağır işkence görenler sonra bu merkezde tedavi ediliyordu. Yaşı 70’e yaklaşıyordu. Aradan uzun yıllar geçmesine karşın, sağlığına kavuşamamıştı. Yılda birkaç kez kontrole gidiyordu. Bu gidiş gelişlerinde ben de bir süre ona eşlik ettim.
Kimlik ve inanç konusunda takıntıları vardı. Bir ara Hıristiyan olmaya karar verdi, kiliseye gidip geldi. Lukas adı o zamandan kaldı. Solcu olduğunu hiçbir zaman yadsımadı. Sonraları, o zamanki Komünist Parti( Sol Parti) toplantılarına gidip gelmeye başladı. Beynindeki hasara karşın İsveçceyi çok iyi öğrenmişti. Partiye gidip gelişinden sonra, arkadaşım İbrahim Çenet’e ve bana orada neler konuştuklarını anlatıyordu. Nikaragua’da, devrimci Daniel Ortega’nın iktidarına desteklemek amacıyla bisikletiyle kapı kapı dolaşıp Nikaragua kahvesi satıyordu.
Bir ara İsveçli bir kız arkadaşı olsun istedi. Tanıştığı Lena ile epeyce gezdi, tozdu. Sonra, bir akşam, birahanede eğlendikleri bir sırada, Lena, onu terk etti. Bira ısmarlayan başka bir erkekle çekip gitti.. Lukas, “İsveç’in havasına, suyuna ve kızlarına güven olmaz” sözünü o zaman söyledi.
Camların yüzeyine renkli resimler yapıyordu. Kesiciyle ince ince oyduğu camların boşluklarına boya akıttıktan sonra kurutuyor, değişik resimler, görüntüler elde ediyordu. İseveçceden Türkçeye bilimsel çeviriler yaparak TÜBİTAK’ın Bilim ve Sanat Dergisi’ne gönderiyordu. Bir gün bana, kafasında tasarladığı “Güneşin Düğünü” adlı tuhaf bir öyküden söz etti; Uzayda, gezegenler arasında geçen bir düğün törenini anlatıyordu; Ay’dan, Güneş’e gelin götürülüyordu…
Lukas’ı tanıdığım dönem, Sovyetler Birliği’nin dağıldığı yıllardı..
Lenin heykellerinin boynuna zincir takılarak vinçlerle yerlerde sürüklenme görüntülerini televizyonda birlikte ürpererek izledik. Lukas, “Dünya nereye gidiyor?” sorusunu da işte o zaman sordu…
O yıllarda, İsveç’te, sığınmacı olarak gelen faili meçhul cinayet sanıklarına, at hırsızlarına dahi oturma ve çalışma izni verilirken, Lukas’ın sığınma başvurusu kabul edilmedi. Türkiye’deki kaçak, göçek hali İsveç’te de devam ediyordu. Polis, sınırdışı etmek için her yerde onu arıyordu…
***
Okulda, boş bir ders saatinde öğrencilerle ilgili notlarımı düzenliyordum. Birden omzuma bir el dokundu. Döndüm, baktım; Lukas’tı. Çantasını sırtlamış, valizini eline almış, gidiyordu… Yakasına kırmızı bir gül takmıştı. “ Hoca, bir gemide yer buldum, kaçak yollardan İspanya’ya gidiyorum” dedi. “ Al bu resim sende kalsın, baktıkça beni anımsarsın” dedi. Camın üzerine her yanı örtülü bir rahibe resmi çizmişti… Yaralı beyninin derinliklerinde kim bilir ne duygular gizliydi…
“Gidişin çok ani oldu böyle Lukas!’’ demekten başka söz bulamadım. Sanki içime doğmuş, ona vermek için hazırlamışçasına çantamdaki kitabı çıkarıp uzattım, ‘’ Bunu al bari, yolda okursun” dedim.
Birbirimize sarılarak vedalaştık…
Gitti!…
Birkaç ay sonra İspanya’dan bir kart yolladı. Verdiğim kitaptan şu cümleleri eklemişti karta;
“Vera, Nazım’a soruyor:
-Türkiye’den ayrıldığına pişman mısın?
-Sorun bu değil, diyor Nazım; kimi zaman öyle korkunç bir hasret duyuyorum ki, böyle yaşayıp gitmek mi daha iyi, yoksa beynime bir kurşun sıkmak mı, kestiremiyorum. Dilerim, kimsenin başına gelmesin böyle bir hasretlik. Göçmenliğin ne demek olduğunu bilemezsiniz…”
Kendinden de, “İyiyim, yaşamaya, yitmemeye çalışıyorum” diyerek söz
ediyordu..
Lukas, yitti daha sonra, imi timi bellisiz oldu!...
Ekim Devrimi’nin yıldönümünde, yabancı bir televizyon kanalında, Sovyetlerle ilgili bir belgeseli izlerken Lukas’ı anımsadım birden...
ali.nergis@gmail.com