Geçen hafta aşk kavramının günümüz insanı açısından ne anlama geldiği üzerinde durmuştuk. Aşk için bir başka’ya ihtiyaç duyulmasından bahsetmiştik. Yani aşk iki kişiliktir. Ama başka ile kurulan ilişkinin narsistik bir toplumda yıpranması ve bu yıpranmanın sonucunda aşkın sadece haz odaklı bir yapıya bürünmesi meselesini de irdeledik. Haz ve aşk birbirinden ayrılmaz iki parça mıdır, değil midir? Asıl soru bu. Önemli sosyolojik tespitlerden biri de şudur: Toplumlar haz odaklı bir yapıya bürünüyorlarsa, bunun sebebi gelecek umudunun yok olması ve insanların sadece yaşadığı günü kurtarmaya çalışmalarıdır. 1300’lü yılların ortasında yaşanan Büyük Veba Salgını sırasında toplumda yaşanan haz odaklılık meselesini, Decameron romanında açıkça görürüz, aynı şekilde burjuva devriminden önce Sade’nin bize anlatmaya çalıştığı konu da tam olarak budur. İnsanlık gelecek kurgusunu kaybederse, ütopyalar yerini distopyalara, aşksa yerini haz odaklılığa bırakır. Aşk’ın modern bir toplumun ürünü olduğunu ve hayvani cinselliğe estetik bir kılıf bulma çabasından kaynaklandığını dilim döndüğünce anlatmaya çalışmışımdır hep. Aşkın temelinde hayvani bir cinsel itki mevcutsa, ortaya çıkardığı yapı da evlilik kurumu olur. İnsanlık özellikle yerleşik hayata geçtiğinden bu yana cinselliği, toplumun temel birimi olan evlilikle özdeşleştirmiştir. Burada sevgiden bahsetmiyoruz elbette, sevgi çok başka bir kavramdır ve modernizmle ilgili değildir. Sistemin bize sürekli pompaladığı iki olgu var: Mutluluk ve hayatın biricikliği... “Mutluluk hazdır, haz için seks yapmak gerekir, o halde sevişin ve tüketin” diyor sistem. İkincisi ise “Hayat çok değerlidir, siz de biriciksiniz. Kendinizi sadece kendinize göre dizayn edin. Sadece kendinizi inşa edin ve sadece kendinizi geliştirin. Sadece kendinizden sorumlusunuz” der. İnsan sadece kendisine odaklanırsa, hayatın değerini de sadece alacağı hazla orantılar. Haz odaklı bir toplum vardır artık önümüzde. Hangi alana bakarsak bakalım seks, hayatımızın her yerinde... Mimariden dekorasyona, tekstilden otomotive, elektronik araç gereçlerden kozmetiğe kadar her yerde seksin pompalandığı tasarımlarla karşı karşıyayız. Her ürün ya kıvraklığıyla, ya yumuşaklığıyla, ya ovalliğiyle, ya zarafetiyle, ya hızıyla, ya tutkusuyla, ya kullanım keyfiyle sadece seksi çağrıştırıyor ve yine ancak bu şekilde değerlendiriliyor. Ürünlerin reklamları da yine haz üzerine kurulu... Seks bütün hayvanlar âlemi için nesli devam ettirmek üzere gerçekleştirilen bir eylem... Yani tüm canlılar için gerekli bir süreç... Ama hayvanlar âleminde bile, seks yapabilmek için karşı cinslerin birbirini beğenmesi gerekiyor. Çoğunlukla erkek cinsin kendisini dişi cinse beğendirmesi söz konusu... Erkek kuş, dişiye kendini beğendirmek için parlak renkli tüylerini gösterişle sergiler, davetkâr danslar eder, güzel sesler çıkarır mesela... Bazıları gücünü gösterir, bazıları hızını... Yine de bir genelleme yapacak olursak birleşme için karşı tarafa kendini beğendirmeye çalışan taraf erkek cinsidir diyebiliriz. Seçen tarafsa daima dişidir. Ne hikmetse insan cinsi açısından durum tam tersine dönmüş. İlkel anaerkil dönemlerde seçen taraf yine dişiydi ama mülkiyetçilikle birlikte seçici taraf erkek oldu. Peki dişi, erkek seçimini neye göre yapar? Türün devamlılığı için kendine seçtiği erkeğin sağlıklı ve güçlü olmasını tercih eder. Gelişen insan, kültürel ve zihinsel açıdan ilkel sekse anlam verme çabasına girişmiş ve bu anlam yükleme işini “aşk” gibi güzel bir kavrama yaslanarak gerçekleştirmiştir. Aşk, hayvani cinselliğimizi örtmek için uydurulmuş en güzel tanımdır. Rönesans’la birlikte insanın kendini tanımaya başlaması, benlik duygusunun küçük de olsa ortaya çıkması, aşkı da doğurmuştur. Aşk kavramı bireyin ortaya çıkmasıyla birlikte var olmuştur. Bu da demek oluyor ki aşk için seçim yapabilen bireye ihtiyaç var ve aynı zamanda temelinde eşitlik ilkesi mevcut. Her iki cinsin de eşitliği aşk için kaçınılmaz görünüyor. Kişisel gelişim kitaplarını hatırlayın. Hemen hepsinde mutlu olmanın yolları anlatılır bir şekilde değil mi? Sanki bu dünyaya sadece mutluluk için gelmişiz, hatta mutluluk gökten zembille inecek ve biz onu beklemekteyiz hâlâ. Bu yeni dinimize göre hepimiz sürekli mutlu olmak zorundayız. “Mutluluk için haz duymalısınız ve bunun en önemli yolu da seks yapmaktır” diyor sistem. Sokakta yürüyen seks makinelerine dönüştük böylece. Araba reklamlarında bile en iyi arabaya en seksi adamların binmeye hakkı olduğunu pompalayan imajlar izliyoruz. En pahalı parfümü en seksi kadınlar kullanabilir sadece... Porno sektörünün büyük bir endüstriye dönüşmesi, seks yıldızlarının doğal figürlermiş gibi kabul edilmesi de işin cabası... Çünkü küresel algı, ancak hazla mutlu olunabileceği üzerine inşa edilmiş. Halbuki hazla mutluk birbirinden yapısı itibariyle çok uzaktır. Mutluluk paylaşılan ve paylaşıldıkça çoğalan bir duygu iken, haz tamamen bireysel ve yaşandıkça azalan bir duygudur. Haz bireyseldir, mutluluksa toplumsal... Aşk ve sevgi ayrımına da benzetebiliriz. Aşk sert, hızlı ve tükenen bir duygudur. Aşk yaşandıktan sonra yani sonuca ulaştıktan sonra hızla azalır ve sönümlenir. Sevgi ise yaşandıkça çoğalan bir duygudur. Seven insanın sevgisi, sevdikçe çoğalır, yayılır ve başka insanlara da sirayet eder. Sevgi, arzunun tam tersidir, çünkü baştan sona etkinliktir. Sevgide, nesnenin bana gelmesi yerine, ben nesneye giderim ve onun bir parçası olurum. Seks ise karşı tarafa kendini beğendirmeye dayalı olduğu için çağımızın insanının en büyük çabası kendini birilerine beğendirme çabasıdır. Kozmetik, tekstil ve estetik çılgınlığı da tamamen seksle ilgili... Kozmetik ve estetik sağlıkla, tekstil insanın giyinmesiyle birlikte başlamış olduğu halde gelinen noktada sadece beğenilmek amacına hizmet ediyor. Bugün kozmetik sektörü dünya ekonomisinde %10’luk hatırı sayılır bir orana sahiptir. Şimdilerdeyse kozmetiğe rakip olan sektör, estetik sektörüdür. 1. İnsanlar yaşlanmaktan ölesiye korkar hale gelmiş durumda. Yaşlandığında beğenilmeyeceğinden ve ilginin kendi üzerinden kayacağını düşünüyor. Her yaşın ve her günün değerini böylece kaybetmiş oluyor. 2. Kendim için giyiniyorum, kendim için süsleniyorum söylemi, kendimi rahat hissetmek için estetik yaptırıyorum noktasına ulaştı. Halbuki hemen çürütülebilecek tezlerdir bunlar. Bunu savunan kişinin, köyde yaşadığını düşünün. Sizce aynı şekilde estetiğe ve süse olan düşkünlüğü devam eder miydi? İnsan yaşadığı toplumun ürünüdür. Kendisi için yaptığını düşündüğü her şeyi aslında hep başkaları tarafından beğenilmek ve fark edilmek için yapar. 3. Peki bunu başarabiliyor mu? Hayır. Ne kadar süslenirse süslensin, ne kadar estetik yaptırırsa yaptırsın kendini hep eksik, yetersiz ve çaresiz hissediyor. Dolayısıyla narsisizm de artık kelime anlamını yitirmiş gibi görünüyor. Kendini beğenmek yerine sürekli kendini eksik hisseden, kendiyle uğraşıp duran bir kişilik bozukluğuna dönüşmüş durumda. 4. Hayatımız her alanda bir performans gösterisine dönüştü... Bizler de performans sanatçılarına. Sürekli sahnedeymişiz gibi, sürekli izleniyormuşuz gibi ve buna karşılık hep iyi olmak zorundaymışız gibi. Düşmeye, vazgeçmeye, istememeye, başarısız olmaya, yenilmeye, kusurlu olmaya, hataya hiç hakkımız yok. Yatakta performansımız hep iyi olmak zorunda, bunun için ne yapmak gerekiyorsa öğrenmeli, satın almalı ve uygulamalıyız. Ebeveyn olarak performansımız hep yüksek olmak zorunda, bunun için de seminerlere katılmalı, kitaplar okumalı, sunulan teknikleri çocuklarımız üzerinde denemeli ve mümkünse iyi sonuçlar almalıyız. İşyerinde performansımız yüksek olmalı, bunun için gerekirse başkalarının ayağı kaydırılabilir, başkalarının performansından çalmaya bile kalkışılabilir, önemli olan başarmaktır sonuçta. Yeter ki günün sonunda iyi performans göstermiş, alkışı alabilmiş olalım. Ne yazık ki kimsenin şunu söylemeye cesareti yok: Hayat bir performans sahnesi değildir. Seks performans kavramı üzerine kurlu bir deneyim değildir, özgündür, özeldir, erotiktir, nevi şahsına münhasırdır. Ebeveynlik bir performans gösterisi değildir, aynı şekilde özeldir, özgündür, çoğu zaman hatalarla ve hayal kırıklıklarıyla dolu bir süreçtir. Hayat performansa odaklı bir etkinlik değildir, olamaz da... Hal böyle olduğunda isteksizlik, bıkkınlık, anlamsızlık ve yorgunluk baş gösterir ister istemez. Sürekli performans gösterisinin içinde olmak yorucudur, sıkıcıdır, anlamsızdır ve değersizdir. Tüketim, ihtiyaçtan bağımsız bir hal aldığında işler daha da karışır. İstekler ve ihtiyaçlar, kullanım değerinden bağımsızlaştırılmıştır artık. Tüketilen nesne ile tüketici arasında duygusal bir bağ kurmayı başarmıştır büyük şirketler. 1950’lerde bize bir ürünü neden tüketmemiz gerektiğini söyleyen reklamlar yerine, ürünü kullandığımızda bireysel olarak bizi farklılaştıran, tükettiğimiz şeyin üzerine duygusal bir bağ eklemeyi hedefleyen reklamlara maruz kalıyoruz artık. Bütün bunlara ek olarak yeni tüketim reklamları da girdi hayatımıza. Bir dolu bilimsel yeni verilerle (nöromarketing) tasarlanıyor artık reklamlar. Ayna nöronlar sayesinde, topluluğun yaptığı, beğendiği, seçtiği her şeyi doğal olarak seçme eğiliminde olan bir zihnimiz olduğu keşfedildi çoktan. Sürekli kendini beğendirme çabası içindeki insanoğlu, tüketimin kölesi oldu. Sokakta yürürken bile “Bu kadın/erkek benim olmalı, bu da beni beğenmeli, bu da, bu da, bu da, hatta herkes beni beğenmeli” saplantısı çağımız insanının neredeyse doğal haline dönüştü. Sosyal medyanın beğeni butonu, bu konuda nevrotik çılgınlıklara bile yol açabiliyor. Filtrelere teslim olan kadınlar, spor salonlarından çıkamayan erkekler, fotoğrafta göründükleri gibi hallerine benzemek için estetik uzmanlarının kapılarını aşındırıyorlar. Bu uğurda harcanan paraları ne siz sorun ne de ben söyleyeyim. Kimse bütün bunlardan beis duymuyor. Neden? Çünkü sistemin pompaladığı diğer algı herkesin özel ve biricik olduğu... Siz her şeyin en güzeline layıksınız, çünkü evrende teksiniz. Kendimizi sürünün dışında görmemizin sebebini, eşyayla kurduğumuz bu yeni duygusal bağa bağlayabiliriz. Nasıl özgür olacağımızı tarif eden reçeteler uçuşuyor havada. Halbuki sürekli aynaya bakan ve sürekli kendini gören insan, dünyayı da sadece kendinden ibaret sanıyor. İnsanoğlu yaşamını üretemediği zaman hayvansal özelliklerini öne çıkarmaya başlar, buna göre usunu geriye çekmeye ve içgüdülerini birinci planda etkin kurmaya yönelir. Peki, nasıl oldu da insan seks deneyimini, tekrar ilkel ve hayvani düzeye geri indirdi? İçinden aşkı çıkardığınız zaman seks hayvani bir deneyime dönüşmek zorundadır. Seks hazdır, haz da bizi mutluluğa götürür. İşte anlatmak istediklerimin temeli burası. Seksin yeniden ilkelleşiyor olmasının sistem açısından çok büyük bir anlamı var. En önemli kavram karmaşalarından birisi de erotizmle pornografinin birbirine karıştırılması. Cinsellik ve aşk bugün tarihçilerin çok fazla ilgisini çeken konular arasında. Birbirinden gözle görülür biçimde farklı iki konu üstelik... Biri 12. yüzyıl ahlakçılarının deyişiyle tamamen bedenle, etle ilgili... Diğeri ise ruhla ilgili... Aynı ahlakçıların ruh ve beden ikiliğinde, birinin derhal öbürünü etkilemesinde gördüğü gibi, birbirine sıkı sıkıya bağlı iki alan. Byung-Chul Han, Eros’un Istırabı adlı kitabının önemli bir kısmını, erotizm ile pornografi karşılaştırmasına ayırmış. Erotizm aşkla ilgilidir, pornografi ise kişinin tek başına yaşayacağı hazla ilgilidir. Erotizmde başka’ya (herkesleşmemiş, aynılaşmamış, özgün ve özel olana) belirsiz hayal alanlarına ihtiyaç duyulur. Pornografi ise tek kişiliktir ve içinde belirsizlik de yoktur, düşsel alanları da. “Porno gösterime açılan çıplak yaşamdır. Eros’un hasmıdır. Bizzat cinselliği tahrip eder. Bu bakımdan ahlaktan bile daha etkilidir: Cinsellik yüceltme ve ahlak da değil büyük ihtimalle cinsellikten bile daha cinsel olan şeyde ortadan kaybolur: pornoda. Pornonun cazibesi ‘canlı cinsellikte öyle bir seks yapılması beklentisi’nden ileri gelir. Pornonun müstehcen unsurları seks fazlalığından değil, seks içermemesinden kaynaklanır. Bugün cinsellik, seksi haz düşmanı bir tutumla ‘kirli’ bularak ondan kaçınan ‘saf aklın’ değil, pornografinin tehdidi altındadır. Porno sanal bir mekânda yapılan seks değildir sadece. Bugün gerçek seks bile pornoya dönüşmektedir. Pornografide esas pornografik unsur, Başka’ya temasın, onunla karşılaşmanın eksikliği, yani egoyu bir yabancının temasından veya etkilemesinden koruyan otoerotik kendini okşama ve kendini sevmedir. Pornografi işte böylelikle benliğin narsisleşmesini pekiştirir.” (1) Toplumsal bağlarından ve ilişkilerinden koparılmış insan dünyanın en yalnız, en çaresiz ve en korkak canlısı olarak çıkar karşımıza. Sürekli tüketerek var olmaya çalışan bu insanımsı varlık, tükettikçe tükenir hale geliyor. İnsanlık önce kendisini tüketiyor, sonrasında da aşkı ve sevgiyi tüketip kirletiyor. O yüzden bir kez daha, aşk tek kişilik değil, iki kişiliktir demek, pornografinin erotizmi öldürdüğünü tekrarlamak gerekiyor. (1) Eros’un Istırabı, Byung-Chul Han, Çevirmen: Şeyda Öztürk, Metis Yayıncılık