***
Bağımsız medya kuruluşlarına baskı ve saldırıların bu dönemde daha da artmasının nedeni, Türkiye’nin kaderinin yeniden belirleneceği tarihsel bir kavşağa doğru sürüklenmesidir. İslamcı-faşizan iktidarın eskiden olduğu gibi artık toplumdan ideolojik bir rıza/onay üretmekte başarısız olmasıdır. Bu tarihsel kavşak, üç-dört ay sonra yapılacak seçimlerdir. Deprem felaketi, siyasette de taşları yerinden oynattı. AKP iktidarı ya da dinci-faşist koalisyon, seçimleri erteledikleri takdirde daha büyük bir bozguna uğrayacaklarını değerlendirerek, önceden ilan ettikleri gibi, uygun şartları yaratarak 14 Mayıs’ta sandığa gitmeye hazırlanıyor. Bunun için de, bağımsız medyayı ve bu alandaki etkili kuruluşları susturmak, ülkeyi karanlığa boğmak ve o karanlıkta halkın iradesini bir kez daha çalmak istiyorlar. Bağımsız medyanın susturulduğu bir karanlıkta, gerektiğinde zor da kullanarak halkın iradesini gasp etmeyi hedefliyorlar. Bu anlamda Türkiye, adeta kuralların olmadığı, anayasa ve yasaların hükmünün bulunmadığı bir döneme giriyor. Kuralları, iktidarı elinde tutan dinci-faşizan hareket, ihtiyaçlarına göre koymaya, kaldırmaya veya yeniden düzenlemeye çalışıyor. Muhalefet güçlerinin şiddetli bir karşı koyuşu olmadığı sürece de bu keyfiyeti sürdüreceği anlaşılıyor. Özetle; ülke kaderinin yeniden belirleneceği tarihsel bir dönemece doğru yaklaşırken, toplumsal ve siyasal gerilim şiddetleniyor. İslamcı iktidar, kontrol ettiği devletin baskı ve siyasal şiddet aygıtlarını daha sık devreye sokuyor. Bunun için kural ve yasa tanımıyor. Amaç, esas olarak şeri hükümlere dayalı, düşük yoğunluklu da olsa dinci-faşist bir totaliter rejim kurarak, “kutlu davayı” geri dönüş eşiğini aşacak şekilde sonuca ulaştırmak oluyor.***
Neo-patrimonyal bir rejim hüküm sürüyor. Bir tür hanedanlık ya da sultanlık da diyebileceğimiz bu rejim, yeni bir kurucu irade, hukuk ve hikâye yazmak ya da oluşturmak istiyor. Ancak, buna gücü yetmiyor. Neo-patrimonyal rejim kavramı; S. Eisenstadt tarafından geliştirilen ve ulus devlet öncesi var olan hanedanlık tipi yönetim kurumlarının modern devlet aygıtlarıyla birlikte uygulandığı ya da içiçe geçtiği rejimler için kullanılır. Çağımızın kimi despotik, faşizan ve faşist rejimleri de bu kavramla nitelenir. Örneğin, İkinci Dünya Savaşı öncesinde ve hemen sonrasındaki İspanya, Portekiz gibi ülkelerdeki rejimler için kullanılmıştır. Bu kavram, AKP rejimini nitelendirmek için Tele1 ekranlarından da (Ersin Kalaycıoğlu, Haldun Solmaztürk ve benim tarafımdan) sıkça ifade edildi. Görece daha akademik olan bu kavram yerine dinci-faşizan rejim demeyi tercih ediyorum. Ancak iktidara egemen olan “patrimonial” bir anlayıştır. Necip Fazıl Kısakürek’in ideolojik çerçevesini çizdiği, teorisini yaptığı İslamo-faşist zihniyettir. Oyunu bozmak ve yeni bir oyun kurmak gerekiyor. Öncelikle medya üzerindeki baskı ve susturma girişimlerini püskürtmek, İslamcı iktidarı bu alanda geriletmek zorunlu oluyor. Geçen hafta ve ondan önce de yazdım, İslamcı hareket iktidarı elinde bulundurmasına karşın en güçsüz olduğu dönemlerden birini yaşıyor. Öyle ki, silkelense düşecek durumda. Ancak, tam da bu nedenle, daha saldırgan ve kıyıcı olabiliyor. Bu durumu hiç akıldan çıkarmamak gerekiyor. Böyle de olsa, iktidarı geriletmek, onun ülkeyi karanlığa boğmasını engellemek, kuşatıcı bir muhalefet yürütmek ve toplumu görece adil bir bir seçime götürmek mümkün görünüyor. Bilmek gerekiyor ki, asıl amaç TELE1’i tümüyle susturmaktı, ama yapamadılar, buna güçleri yetmedi. Tele1’in toplumsal desteğinden, ülke üzerindeki etkisinden çekindiklerini düşünebiliriz. İşte bu nedenle, eğer kazanmak istiyorsak, muhalefetin birleşik gücüne dayanan (geniş ittifak) daha aktif, meydan okuyan ve kitlelerde güven yaratacak bir siyasal çizgi izlemek zorunlu oluyor.