Siyasal gündemimize yeniden giren ve başta demokratik Kürt siyasal hareketi olmak üzere, solun çeşitli kesimlerini de içine alan Şeyh Sait İsyanı’na ilişkin tartışmayı ele aldığım yazımın ikinci ve son bölümünü tarih metedolojisi üzerinden sürdüreceğim. Tarihsel olduğu kadar güncel boyutunu çok daha önemli bulduğum tartışmaya tarihsel materyalist bir perspektif kazandırmanın önemli ve gerekli olduğunu düşünüyorum. Çünkü sol siyaset ve kültür havzasında da sürdürülen bu tartışmanın hangi yöntem ve referanslarla yürütüleceği, hem doğru sonuçlara ulaşılması bakımından hem de günümüzde izlenecek siyasal tutum açısından yaşamsal değer taşıyor.

Bu konuda daha önce yayımlanan bazı çalışmalarımdaki tezleri, konunun önemi nedeniyle güncelleyerek ilerleyeceğim.

Michel Foucault, “Bağlamı olmayan gerçeklik yoktur” der. Basit, ama, yöntemsel bakımından önemli bir tarihsel sosyolojik yöntem uyarısısıdır. Çünkü sosyal bilimlerde doğru sonuca ulaşmak, ancak doğru bir metodoloji (yöntem) izlenmesine bağlıdır.

Sosyalistler, mücadele ettikleri toprakların devrimci mirasını sahiplenerek ilerler. Diğer bir anlatımla sosyalistler, insanlığın ilerici birikimini red ve inkâr ederek değil, onu içererek aşar. Gelgelelim bu basit gerçeği, liberalizm, dinci gericilik ve etnik milliyetçilik tarafından “terörize” edilen entelektüel ve siyasal ortam nedeniyle Türkiye’de anlatmak -ne yazık ki- uzun bir süredir mümkün olmuyor.

Siyasal İslamcılığın, Kürt hareketinin ve liberalizmin yükselişinin de etkisiyle soğukkanlı ve dürüst bir tarih tartışması bile yapılamadı. Örneğin; Cumhuriyet devrimi, laiklik ve kemalizm değerlendirmesinde, bilimsel bir yaklaşımı esas almak yerine, liberalizm ve etnik milliyetçiliğin ağır ve bastırıcı etkisi sonucu derin bir ideolojik önyargı oluştu.

Bu nedenle Cumhuriyet’in kazanımları denilince, akıllara hemen Dersim Katliamı ve Şeyh Sait İsyanı’nın bastırılması, 12 Mart 1971 ve 12 Eylül 1980 darbelerinin zulmü gelmeye başladı. Cumhuriyet’i, tarihte olduğu gibi değil de güncel değerler ve kavramların perspektifinden, dolayısıyla yukarıda ifade edilen kırılma noktalarının prizmasından geçirerek tartıştık.

Kuşkusuz, adı geçen bütün bu tarihsel kırılma dönemeçlerinde büyük kötülükler ve acılar yaşandı. Ama Cumhuriyet’in daha sonra yaşattığı kötülüklerden hareketle, devrimin kendisini mahkum etmeye kalkmak ve kazanımlarını inkar etmek bilimsel ve siyasal bakımdan kabul edilemez bir tutumdur.

Oysa 1960 ve 1970’ler solu ve devrimci hareketi için böyle bir sorun yoktu. Söz konusu her iki dönemde de sosyalist hareketin tarihsel- toplumsal meşruiyetinin temelinde ve ulaştığı büyük kitleselliğin altında bu olgu yatıyordu. Söz konusu dönemde sol, kendi kökleri, mücadele ettiği toprakların kültürü ve devrimci tarihiyle barışıktı.

Bir tarih tartışması ve değerlendirmesi salt hümanist bir perspektiften ya da güncel siyasal ihtiyaçlardan hareketle yapılamaz. Tarih, özellikle Marksist tarih anlayışı, -Althusser’in felsefi bağlamda kullandığı kavramla ifade edersek eğer- “teorik bir anti-hümanizme” dayalı olmak zorundadır. Çünkü bilim, aktüel ahlaki değerlerin sınırlayıcılığı üzerinden yapılamaz. Ama ne yazık ki, Türkiye’de sol siyaset ve o siyaseti büyük ölçüde belirleyen tarih tartışması uzunca bir süredir böyle yürütüldü. Toplumsal tarihe bakışta çok büyük bir metodoloji (yöntem) sorunu yaşanıyordu. Örneğin, sol ve sosyalist hareket, bu nedenle hem toplumun geniş kesimleriyle anlamlı bir bağ kuramadı hem de kendi topraklarında bir meşruiyet krizi yaşamaya başladı.

***

Konuyu biraz daha açalım; Fransız solu için 1789 Devrimi tartışma dışıdır. Bir sosyalist, Fransız Devrimi’ni, ülkenin yeni egemen sınıfları (Cumhuriyetçi burjuvazi) Fransa’yı daha sonra sömürgeci bir güce dönüştürdü, örneğin Cezayir dahil Afrika’nın önemli bir bölümünü sömürgeleştirdi, hatta bazı Afrika ülkelerinde soykırım yaptı diye mahkûm etmez. Daha sonraki kötülüklere bakarak devrimin ilerici ve devrimci kazanımlarını reddetmez. Fransız Cumhuriyetçi burjuvazisi, 1830, 1848 ve 1871 gibi tarihsel uğraklarda Paris sokaklarında oluk oluk emekçi kanı döktü diye, hiçbir toplumbilimci Fransız Devrimi’ne düşmanca ve inkarcı bir tutumla yaklaşmaz.

Marx’ın ünlü üçlemesinde (Fransa’da İç Savaş, Fransa’da Sınıf Mücadeleleri ve Louis Bonaparte’ın 18 Brumaire’i adlı kitaplarında) bu konuda olumsuz tek satır bulamazsınız. Marksistler 1789’u zaten burjuva devrimiydi diye akıldışı bir yaklaşımla aşağılamaz. Tam tersine, Fransız Devrimi’ni insanlığın tarihsel bakımdan en büyük ilerici atılımlarından biri, hatta en önemlisi olarak değerlendirirler.

***

Bir başka örnek ise Amerikan Devrimi’dir. ABD daha sonra kapitalizmin “kâbesi” ve emperyalist bir ülke oldu diye Amerikan Devrimi ve tarihsel ilerici atılımları değerinden bir şey kaybeder mi? Örneğin; ABD dünyanın birçok ülkesinde katliamlar yaptı ve faşist darbeler düzenledi diye, 1776 Amerikan Bağımsızlık Bildirisi öneminden hiçbir şey yitir mi?

Bolşeviklerin, çar yanlılarıyla 4 yıl süren ve bir ölüm kalım kavgası şeklinde geçen iç savaş sırasında Kronştad ayaklanması –ki devrimde büyük bir rol oynan bahriyeliler de içindeydi- Kızıl Ordu tarafından kanlı bir şekilde bastırıldı diye, Sovyet Devrimi tarihsel değerinden bir şey yitirir mi?

Bilimsel bir değerlendirmeyle ele alındığı takdirde; 1908 Hürriyet Devrimi ve 1923 Cumhuriyet Devrimi ile bu devrimlerin öncüleri Jön Türkler ve Kuvayi Milliyeciler / Kemalistler, sırf daha sonra Şeyh Sait isyanı ya da 1938 Dersim Ayaklanması’nı katliam düzenlenerek bastırdı diye -ki bunlar her devrimin kaçınılmaz kötülükleri kategorisinde ele alınabilecek olaylardır- tarihsel önemlerinden bir şey yetirirler mi? Tam tersine bütün kusurlarına karşın, gerek 1908 gerekse 1923, sadece bu topraklarda değil, bütün Doğu-İslam dünyasında Fransız Devrimi’nin gecikmiş birer yorumudur.

Dolayısıyla, İttihat ve Terakki Fırkası yönetimi Ermenilere karşı 1915’te ağır suç işledi ya da Cumhuriyet zamanla gericileşerek Kürt kimliğini reddetti, dahası asimilasyon, inkâr ve imha politikaları uyguladı diye, bu toprakların kaderinde oynadıkları ilerici rol ve devrimci niteliklerinden hiçbir şey kaybetmez.

Türkiye’de Cumhuriyet Devrimi; Ortaçağ kalıntısı bir din-tarım devletini, şeriat ve hilafet rejimini  yıkmış, onun yerine laik ve kamucu bir rejim kurmuştur. Tarikat kurumlarını (dergah ve tekkeleri) kapatmıştır. İkinci Mahmut tarafından 1826’dan sonra Nakşibendi şeyhlerine verilen Alevi dergah ve tekkeleri üzerindeki şeriatçı kontrol da böylece kaldırılmıştır. Sadece bu özellikleri ile Cumhuriyet, Doğu-İslam dünyası tarihinde Alevileri özgürleştiren tek ve büyük bir devrim olma özelliğini taşır.

Şeyh Sait tartışmasına da 1938 Dersim İsyanı’na da bu açıdan yaklaşılmalıdır.