Hilafet tartışması yeniden güncel siyasetin, dolayısıyla Cumhuriyete, laikliğe, demokratik hak ve özgürlüklere yönelik gerici ve faşizan saldırıların tartışma eksenlerinden biri haline geldi. Yeni yılın ilk günü İstanbul’da AKP’ye yakın kurum ve kuruluşların düzenlediği sözde “Filistin’e destek ve İsrail’i protesto” gösterisinin bir hilafet çağrısına ve Cumhuriyet’e meydan okuma girişimine dönüşmesi; kamuoyunda ve geniş toplum kesimlerinde büyük tepki çekti.
Öyle ki, bu tepkilerin yoğunluğu, büyüklüğü ve yaygınlığı nedeniyle AKP ve İslamo-faşist cephe, BBP ve Hüda-Par dışında söz konusu eylemi açıkça sahiplenemedi. Çünkü, AKP’ye oy verenlerin büyük bir kesiminin de bu eylem ve girişimlerden rahatsız olduğu anlaşılıyordu. Yerel seçimler yaklaşırken ortaya Hizbullah-IŞİD karışımı bir tablonun çıkması, üstelik AKP’li eski ve yeni bakanların katıldığı bir etkinlikte bu durumun açıkça ifade edilmesi iyi olmamıştı. Hemen hemen aynı gün yayımlanan bir kamuoyu araştırmasında, AKP’ye oy veren yurttaşların yüzde 84’ünün, “Mustafa Kemal Atatürk’e minnet duyduğu” şeklindeki bir bilginin (ölçümün) haber olması, iktidardaki tedirginliği artırıyordu.
Bu olay iki şeyi ortaya çıkarmıştı: Birincisi; AKP-MHP eksenli İslamo-faşist iktidar sanıldığı kadar güçlü değildi. Dolayısıyla, kendi gerici programları doğrultusunda ileriye doğru yapacakları yeni bir hamlenin toplumsal desteği, sanılanın aksine, yeterli değildi. İkincisi; bölgede sıkışan ve dış politikası iflas eden AKP iktidarının ve islamcı-muhafazakar oligarşinin iç çelişkileri derinleşiyordu. Bu çelişkilerin giderek taşınamaz hale gelmesinde, sol muhalefetin ideolojik mücadeleyi ve politik kopuşu da içeren yeni yöneliminin payı vardı.
Durum böyle olunca bu haftaki yazımda, hilafet konusunu iki bölüm halinde incelemenin, hilafetin Osmanlı hanedanına nasıl geçtiğinin, daha önemlisi hilafetin Osmanlıya gerçekten geçip geçmediğinin ve bu girişimin Arap toplumları nezdindeki etkisini ortaya çıkarmanın iyi olacağını düşündüm. Benim, “İçtihad Kapısı” adlı kitabımda (Kırmızı Kedi Yayınları, 17 Baskı, 2023 İstanbul) geniş bir şekilde ele aldığım ve kanıtlarıyla incelediğim ve daha önce dijital ortamda yazdığım kimi yazılarda irdelediğim bu konuyu, güncel bağlamı içinde yeniden ele almanın islamcı faşizme karşı ideolojik mücadelede gerekli olacağını düşünüyorum.
HİLAFET OSMANLI’YA GEÇTİ Mİ?
Siyasal islamcı haraketler ve İslam ülkelerinde din-devlet-toplum ilişkilerinde önemli bir rol oynayan hilafetin Osmanlı hanedanlığına nasıl ve tam olarak hangi tarihte geçtiği, dahası geçip geçmediği konusunda net bir kayıt, bilgi ve belge yok. Bununla birlikte, bazı kaynaklarda Abbasi Halifesi Mütevekkil-Alellah’ın (El Mütevekkil), İstanbul’a getirildikten sonra Ayasofya ya da Eyüp Sultan Camii’nde yapılan bir törenle -yine kesin tarih yok- hilafeti Yavuz Sultan Selim’e devrettiği iddia ediliyor.
Ancak bu konuda da hiçbir kayıt bulunmuyor. Çünkü Mütevekkil-Alellah, hem İstanbul’da bulunduğu dönemde hem de Mısır’a döndükten sonra halife unvanını kullanmaya, bu unvan ile karar ve fetva vermeye devam ediyor. Onun bu unvanı kullanmasına ve işlem yapmasına Osmanlı padişahları da müdahale ve itiraz etmiyor.
Selçuklular gibi, Osmanlı’da da padişahın adına hutbeler okutmak ve sikke (para) bastırmak bir egemenlik simgesiydi. Yavuz da Kahire’ye girdiği (4 Şubat 1517) haftanın ilk cuma günü bütün camilerde kendi adına hutbe okutuyor. Hicaz’daki (Arap Yarımadası) Müslüman emirliklerine gönderdiği mektupta da artık Hac yolunu Osmanlı ordusunun koruyacağını belirterek, hutbelerin kendi adına okutulmasını talep ediyor. Bu talebi Mercidabık Savaşı’ndan sonra Yavuz Sultan Selim’in yanında bulunan yeni Abbasi Halifesi El Mütevekkil-Alellah da onaylıyor.
Yavuz Sultan Selim, Halep’te görüştüğü Halife’ye, kayıtlara göre büyük saygı göstermişti. Bu durum Halife’nin siyasi gücü olmasa bile, İslam dünyasındaki manevi gücünün bir ölçüde devam ettiğini gösteriyordu. Bu nedenle Yavuz Sultan Selim Kahire’ye Abbasi Halifesi ile birlikte girecekti.
Mısır başta olmak üzere, geniş Arap coğrafyasında idari düzenlemeleri yapan, valileri atayan Yavuz Sultan Selim, Mısır’dan ayrılmadan önce Halife El Mütevekkil ve İslam alimlerinden oluşan büyük bir Arap din adamları grubunu da gemiyle İstanbul’a gönderdi. Bu alimler grubu, Arap-Selfi İslam anlayışını İstanbul’da yeniden işleyerek, Osmanlı ulemasına hakim olacak, devlet ve medreselerinin yeniden yapılandırılmasında önemli bir rol oynayacaktı. Yavuz Sultan Selim de Mısır’da 40 bin kişilik bir ordu bırakarak İstanbul’da dönecekti.
YAVUZ HİLAFETİ DEĞİL, HALİFEYİ GETİRDİ
İstanbul’a geldikten sonra, kendisine koruması için verilen kutsal emanetlerin bir kısmını ve hazineye ait değerli varlıkları zimmetine geçirdiği (hırsızlık yaptığı) iddiasıyla suçlanan ve bu nedenle gözden düşen El Mütevekkil, Yavuz Sultan Selim tarafından 1520 yılının başında Yedikule Zindanı’na hapsedilecekti. Ancak, Yavuz Sultan Selim’in aynı yılın sonunda (22 Eylül 1520) ölümünden sonra tahta geçen Kanuni Sultan Süleyman, kendisini affederek Mısır’a dönmesine izin verecekti. El Mütevekkil, Kahire’ye döndükten sonra da, halife unvanını kullanmaya, bu unvan ile onay, icazet ve fetva makamı olarak işlem yapmaya devam edecekti.
Abbasi Halifesi El Mütevekkil, 1543 yılında Kahire’de ölüyor. Abbasi soyundan başka kimsenin Hilafet makamında hak iddia etmemesi, halifeliğin Osmanoğlulları’na devredildiğinin kanıtı olarak yorumlansa bile, bu konuda da kesin bir kanıt bulunmuyor. Çünkü Yavuz dahil, sonraki padişahların hiçbiri 18. yüzyıla kadar tereddütleri giderecek bir kesinlik ve kararlılıkla “Halife” unvanını kullanmıyor. Öyle anlaşılıyor ki, Osmanlı açısından hilafet, ihtiyaç duyulduğunda kullanılan bir kurum oluyor (Bkz. Hakkı Dursun Yılmaz, Büyük İslam Tarihi, Cilt: 10, Çağ Yayınları, İstanbul, 1992: s.310).
Buna karşın; Yavuz Sultan Selim’in, Osmanlı Devleti’nin merkezi siyasal yapısına hilafet kurumunu dahil ettiğine ilişkin temelsiz bilgi, o kadar sık tekrarlandı ki, adeta genel bir kabule dönüştü. Oysa, Yavuz Sultan Selim hilafeti değil, Halifeyi İstanbul’a getirmişti.
Osmanlılar bu konuda, Selçuklu geleneğine ve Nizamü’l-Mülk’ün görüşlerine uyarak, Hilafeti kendi denetimine alıyor, ancak, siyasi iktidarı dinin kurumsal yapısından ayrı tutuyordu. Osmanlı’da fetva makamı olarak işlev gören Şeyhülislamlık kurumu da bu nedenle oluşmuştu.