Koronavirüs hastalığına yakalandığım ve çok ağır geçirdiğim için, bir aydan fazla bir süre ara verdiğim BirGün yazılarıma başladığım için mutluyum. Bu dönemde bana destek ve güç veren bütün dostlarıma sonsuz teşekkürler ediyorum. Hastalığı yenmemde verilen bu desteklerin rolü büyüktü. Varolun.
Bu hafta geçen yılın sonuda çıkan önemli bir kitaptan hareketle “yeni faşizmi” yazmayı denedim.
Dr. Ergin Yıldızoğlu yeni yayımlanan ve iki baskı yapan,“Yeni Faşizm” * adlı kitabında günümüzde faşizmi;toplumu ve devleti aşağıdan yukarıya fetheden klasik faşist rejimlerden ya da yukarıdan aşağıya emperyalizm güdümlü askeri darbeler şeklinde gelen diktatörlüklerden farklı olarak, süreç içinde şekillenen, yayılan, topluma ve devlete egemen olarak yerleşen bir durum olarak tanımlıyor.
Yıldızoğlu, “süreç olarak faşizm” kavramını ortaya atıyor. Çok yerinde bir saptama olduğunu düşünüyorum. Yani, bir rejimi ya da yönetimi “faşist” olarak tanımlamak, yarattığı tehdidi, onun yakın ve vahim niteliğini saptamak için bütün kurumları ve semptomlarıyla ortaya çıkmasını beklememek gerektiğine işaret ediyor. Faşizmi ideoloji, insan/kitle tipi, parti, hareket,kültür, devlet biçimi gibi tümünü içeren diyalektik bir süreç olarak ele almak gerektiğini vurguluyor.
Bu yaklaşım, günümüz Türkiye’sini ve AKP iktidarının yarattığı rejimi anlamak bakımından da elimize önemli bir kavramsal araç veriyor. Çünkü, bir süreç olarak faşist hareket ya da faşizm; başladığı ülkenin tarihinin, kültürünün etnik yapısının, egemen dininin, ekonomik gelişkinlik düzeyinin, aydınlanma ve demokratik birikiminin özelliklerini taşıyacaktır. Bu anlamda, her ülkede ortak özellikleri, çizgileri olduğu gibi, belki onlardan daha çok farklı biçimler sergileyeceğini bilmek gerekecektir.
Kitabında, İtalya ve Almanya gibi klasik faşist rejiminlerin ortaya çıkışını, iktidara yürüyüşünü ve yeni rejimi inşaa süreçlerini çok yetkin ve başarılı bir şekilde hem özetleyen hem de analiz eden Ergin Yıldızoğlu, günümüz dünyasında beş ülkeyi inceliyor. Bunlar sırasıyla D. Trump dönemi ABD’si, J. Bolsonaro’nun yönettiği Brezilya, Orban ve partisi Fidesz’in iktidar olduğu Macaristan, 2014’ten beri Nerandra Modi ve partisi tarafından yönetilen Hindistan ve AKP Türkiye’si..
Bütün bu ülkelerin farklılıklarının yanı sıra, ırkçı, milliyetçi, yabancı düşmanı, dinci, ortaçağ değerlerini yüceltici, erkekci, kadın düşmanı, -son çözümlemede sermayenin çıkarlarını savunma nitelikleri belirleyici olsa da-toplumsal statülerini kaybeden kasimlere dayanmaları gibi önemli benzerlikleri bulunan bu hareketler, bütün dünyada yeni bir faşizm tipi ve tarzına işaret ediyor.
Yazar, süreç olarak faşizmin her yerde en az iki aşamasından söz edilebileceğini belirtiyor. Bu iki aşamanın analizi, bizim için çok tanıdık bir süreci işaretliyor. Birinci aşama; devleti ele geçirene kadar yapılacak ittifaklar, verilecek ideolojik tavizler, yaratılan demokratikleşme yanılsaması, dinci ve milliyetçi taleplerin çok kültürlülük ve özgürlükçülük kavramlarının içine saklanarak sunulması ve “normalleşme” söylemi diye özetlenebilir. İkinci aşama; kapitalist devletin parlamenter demokratik biçimine itiraz ve devletin güçler ayrılığı ilkesinin hızlı, etkin ve verimli yönetimin önünde engel olduğuna ilişkin tezin sürekli işlenerek, iktidarın tek elde toplanmasının önünün açılması..
Bu sürece eşlik eden diğer bir önemli olguyu ise şöyle ifade edebiliriz; devletin güvenlik ve adalet bürokrasini ve aygıtlarını ele geçirme, yeniden yapılandırma, kültür kurumlarını ve eğitimi yeniden şekillendirme ve muhalefet örgütlerini şeytanlaştırarak onları etkisizleştirme stratejisi.. Özetle totaliter bir rejimi inşaa etmek ve onu kalıcı kılmak için her şeyi yapmak diyebiliriz buna.
Ergin Yıldızoğlu, “yeni faşizm” ya da “süreç olarak faşizm” modelinin ilk kez ve en sistemli biçimde şekillendiği ülkenin, “adeta türünün ilk ve en tipik örneği” nin Türkiye ve AKP rejimi olduğunu söylüyor. Bu bağlamda, Türkiye’de yeni faşizmin, özgünlükleriyle birlikte, siyasal İslamcılık olarak tarih sahnesine çıktığını –bir katkı olarak- söyleyebiliriz.
Siyasal İslamın ve dinci entlijejsiyanın (ulemanın da diyebiliriz) imparatorluk çöktükten sonra yenilikçi, modernleşmeci, aydılanmacı ve kapitalizme bağlı (kapitalist kalkınma yolunu seçen) Kemalist hareket tarafından ulus inşaa etme sürecinde tasfiye edilerek yer altına itildiğini biliyoruz. Bu tarihsel süreci Medresenin Harbiye ve Mülkiye’ye yenilmesi olarak kodlayabiliriz.
Ancak, yaklaşık yüz yıl sonra geri dönen Medrese, Harbiyeyi yenilgiye uğrattı ve İslamcı entelijensiya şimdilik rövanşı aldı. Çünkü, Türkiye aydınlanması ve moderneşmesi, Soğuk Savaş dönemine, Natocu ve Amerikancı anti-komünist doktirinlere kurban edildi. Komünizme karşı mücadele konseptinin içine gizlenen, kullanışlı bir araç olmaya gönüllü yazılan siyasal İslamcı entelijensiya; rejimin, sistemin ve emperyalizmin sol korkusunundan alabildiğine yararlandı. Komünizm düşmanlığı, önemli bir boyutuyla aydınlanma, cumhuriyetin ilerici kazanımları, laiklik, kadın hakları düşmanlığı ile bilikte yürütüldü. Modernitenin kazanımlarına komünizm diye saldırıldı.
Karşı devrim sürecinin diyalektiğini kabaca şöyle özetleyebiliriz; 12 Mart 1971 ve 12 Eylül 1980 askeri faşsit darbeleri, 1980 sonrasında Turgut Özal ve ANAP iktidarları döneminde, Yıldızoğlu’nun da deyimiyle Kemalist entelijnsiyanın “yavaş intiharına” sahne oldu. Ergin Yıldızoğlu’nun da vurguladığı gibi, cumhuriyetçi ve Kemalist entelijensiyanın “yavaş intiharı” süreci ile içiçe geçen çok önemli bir başka olgu ise, bu dönemde gelişen liberal-İslamcı ittifakıdır. Çoğu soldan gelen liberal entelijensiya ile İslamcı ulemanın ittifakı, yeni faşizmin iktidarına giden yolu döşeyen en önemli olgulardan biri oldu.
Bugünkü rejimin işaa edilme sürecinin kilometre taşlarını ise şöyle sıralayabiliriz; AB üyelik süreci diye ifade edilen ve AKP iktidarının ilk döneminde esas olarak cumhuriyetçi ve toplumcu muhalefet odaklarının etkisizleştirilmesi ve tasfiyesi için kullanılan dönem.. AB sopasının bir tasfiye aracı olarak kullanıldığı bu dönem; siyasal İslamcı hareketin tipik, iki yüzlü, yalana, pusuya, hileye, riyaya ve siyasal sahtekarlığa dayalı tarz-ı siyasetinin tipik br örneğidir. İslami terminolojide bunun adı “takiyye” olarak konulur ve ne yazık ki, ne Türkiye solu ne cumhuriyetçiler ve ne de liberaller bunu yeterince anlamadı ve ciddiye almadı. Anladıklarında ise –ki kuşkuluyum- iş işten geçti.
İkinci dönem; İslamcı-liberal ittifakının yarattığı demokratikleşme yanılsamasının yaşandığı ve neredeyse Fethullahçı Çete’nin kalkıştığı 15 Temmuz 2016 dinci darbe girişimine kadar uzanan, kahredici dönemdir. Bu dönemde, siyasal İslamcı hereket (AKP iktidarı) sadece liberalleri, solun liberal kesimlerini, dönek solcuları değil, Kürt siyasal hareketin de “çözüm” vaadiyle yedekledi ve yeni rejimin inşaa sürecinin -istem dışı da olsa- parçası haline getirdi. Öyle ki, liberaller ve cemaatle yollar daha önce ayrılmaya başlasa da, esasolarak 15 Temmuz darbesi başarısızlığa uğrayıp, AKP kendi darbesini (20 Temmuz OHAL ilan) gerçekleştirince (darbe içinde darbe) bütün ittifaklar bitirildi.
Süreç olarak faşizm, 16 Nisan 2017 referandumu ve Anayasası, ardından getirilen başkanlık rejimi ile Türkiye’ye egemen olmuştu. Ancak, siyasal İslamcı hareketin görgüsü, bilgisi, insan kaynakları, geleneği, müktesabatı yeni rejimi bütünüyle kurmaya yetmediği gibi, ülkede her şeye kaşın, toplumun yüzde 50’den fazlası “sürece” direniyordu. Üstelik bu direniş, muhalefet partilerinin bütün beceriksizliğine, ürkekliğine ve programsızlığına karşın ısrarlı bir şekilde günümüze kadar da sürdürdü.
Türkiye’de mücadele henüz sonuçlanış değil. O nedenle, siyaset bilimci ve E.General Dr. Haldun Solmaztürk, geçen hafta kendisiyle yapılan bir söyleşide, bir yönetmelik değişikliği nedeniyle bütün ülkeyi uyardı. Ben de aynı şeyi, TELE 1 televizyonunda yeniden katılmaya başladığım programlarda yapmaya çalıştım. TSK’nın elindeki ağır silahların, istek halinde, Milli Savunma Bakanı’nın onayıyla Emniyet ve MİT’e, “toplumsal olaylar, terör ve kamu düzeninin bozulması” hallerinde kullanılması için devredilmesini öngören bu yönetmelik değişikliğini şöyle değerlendiriyor:
“Seçimi kaybetmeleri halinde 'kaybetmedik' diyerek (iktidar çevreleri tarafından) bir hareket içine girme hazırlığı yapılıyor. (…) Bu nedenle muhalefetin yapması gereken, parti devletinin ülkeyi otoriterlikten totaliterliğe döndürdüğünü halka anlatmaktır. Ayrıca Trump’ın teşebbüs ettiği gibi bir şeye teşebbüs ederlerse, (onların/iktidarın) başaramayacaklarına toplumu ikna edilmeleri lazım. Buna hep birlikte karşı koymamız lazım. Üç-beş kişinin Türkiye’ye kaosu dayatmasını hep birlikte reddetmemiz lazım.”