Gezi/Haziran direnişinin sekizinci yılında kapsamlı bir değerlendirme yaparak bu büyük toplumsal eylemden siyaset dersleri çıkarmak yerinde olacaktır. Türkiye tarihinin kurulu düzene karşı en büyük başkaldırılardan biri olan Gezi direnişinin, haksızlık yapmak istemem ama, birkaç önemli değerlendirme dışında, henüz çok yönlü bir çözümlemesi yapılmış değil. Kimi ajitatif yorumlar ve anma yazıları ise, iyi örnekleri olsa bile bu boşluğu doldurmaktan uzaktır. Oysa direnişin üzerinden geçen sekiz yıl, bu görkemli eylemin siyasal, tarihsel ve sosyolojik bir çözümlemesini yapmak için fazlasıyla yeterlidir.
İki bölüm olarak planladığım bu analiz denemesinde, bu büyük toplumsal direnişin üzerinde yeterince durulmayan kimi özelliklerini mercek altına almaya çalışacağım. Daha önce çeşitli yazılarım ve konuşmalarımda da ifade ettiğim, Gezi’nin aşağıda ele alacağım yönleri, bu tarihsel olaya yeni bir bakış denemesidir. Dolayısıyla okuduğunuz bu değerlendirme de kaçınılmaz bazı eksiklikler taşıyacaktır.
TOPLUMSAL REFLEKS
Öncelikle yapılması gereken tespit şudur; gerici-faşizan bir iktidara karşı esas olarak toplumsal bir refleks olarak gerçekleşen, Cumhuriyet tarihinin en büyük siyasal ve kitlesel isyanı, bir önderlik, bir program ve net bir hedeften yoksundu. Bu nedenle de yenilgiyle sonuçlandı. Sözünü ettiğim durum; kapsayıcı bir örgütlülük ya da salt örgüt eksikliği değil, bu yoktu, biliyoruz, doğası gereği olması da mümkün değildi. Altını çizmek istediğim olgu şudur; bilince çıkarılmış, basitçe ifade edilebilecek ve kitlelere yön gösterecek bir hedefin belirsizliğidir. Sokağa çıkan milyonlarca insanı birleştirecek ortak bir yön duygusudur.
Bu nedenle, Gezi’nin belirleyici özelliği, kendiliğinden gelişen toplumsal bir direniş refleksi olmasıdır. Burada, “reflesk” deyimi kilit kavramdır.
Ancak sözünü ettiğim yenilgi, ahlaki, entelektüel ve / veya kültürel olmaktan çok siyasaldır. Başka bir ifadeyle, Gezi/Haziran direnişi ahlaki ve felsefi planda yenilmedi. Tam tersine bu anlamda gerici-liberal bloku dağıttı. Ülkenin demokratikleştiği, vesayet rejiminin yıkılarak özgürlükçü bir rejimin kurulmak istendiği şeklindeki liberal ve muhafazakâr/İslamcı palavrayı bitirdi.
Tam da bu nedenle, Gezi’nin anlamını belki de en iyi kavrayan AKP liderliği oldu. Çünkü ideolojik, siyasal ve toplumsal bakımdan iktidarı bir daha geri gelmemek üzere kaybedeceğini, eylemin niteliğinin bu sonucu yaratabileceğini gördü, iliklerinde hissetti.
Gezi, bütün kazanımlarına karşın, tarihteki siyasal bir önderlik ve hedeften yoksun olan diğer başkaldırılar gibi yenildiği için, ya diktatörlük ya da mevcut iktidarın daha gerici ve baskıcı bir karakter kazanmasıyla sonuçlandı. Tıpkı Avrupa’yı kasıp kavuran ve fakat siyasal bir önderlik ve programdan yoksun olan 1848 Devrimlerinin, bütün kazanımlarına karşın, “kutsal ittifak” rejimleriyle sonuçlanması gibi.
AYDINLANMACI İSYAN
Gezi’nin diğer bütün özelliklerini belirleyici olan ikinci tespit ise şudur; Haziran isyanı tarihsel kazanımlarını tehdit altında gören milyonların laiklik ve yeni bir aydınlanma/modernite istemiyle ayağa kalktığı büyük ve yaygın bir halk hareketiydi. Başkaldırıya karakterini veren olgu, toplumun seküler hakları için eyleme geçmesiydi. Gezi’nin bütün diğer istem ve itilimlerini belirleyen dolayısıyla onu meşrulaştıran ve kitlesel bir karakter kazandıran özelliği buydu.
Laik olduğu kadar emekçi karakterli de olan bu direniş, cumhuriyetçilerden sosyalistlere, her renk ve meşrepten demokratlar ile anarşistlere kadar uzanan bütün muhalif ve ilerici güçleri içine aldığı gibi, toplumun merkezini de sarstı. Bu alanda yer alan toplumsal kesimleri de harekete geçirdi. Kapsayıcı niteliği nedeniyle, Kürtler, Türkçü demokratlar, mazlum Müslüman kesimler de eylemin çekim gücüne kapıldı. Orta sınıfları da içererek büyüdü. İsyanın gücü, yaygınlığı, etkinliği ve nihayet çok önemli olan meşruiyeti de buradan geliyordu.
PALAVRANIN ÇÖKÜŞÜ
Yapacağımız üçüncü önemli tespit ise şudur; Gezi/Haziran isyanı dinci-faşizan AKP İktidarı ve İslamcı hareketin, liberallerin paha biçilmez desteğiyle kurduğu entelektüel hegemonyayı parçaladı. İktidara toplumsal meşruiyet üreten gerici-liberal blokun bütün tarihsel-siyasal tezleri büyük bir gürültüyle çöktü. Liberallerin çok özgürlükçü hatta solcu gerekçelerle ileri sürdüğü, AKP’nin ülkeyi demokratikleştireceği efsanesi bir daha gündeme gelemeyecek şekilde bitti.
Bu öyle büyük ve hızlı bir çöküş oldu ki, AKP’nin vesayet rejimini yıktığı tezine dört elle sarılan liberaller başta olmak üzere, kendi hayatları ve değerlerine ihanet eden bazı aydınlar, kimi Kürt siyasetçiler, yeni sol çevreler ve merkez medyanın tamamı bu enkazın altında kaldı. Bu kesimler bir daha iflah olmadı.
Kürt hareketini de etkisi altına alan liberal çevreler, aşağıdan gelen bu büyük öfke patlaması karşısında şaşkına döndü. Onun aydınlanmacı, laik ve emekçi karakteri karşısında ne yapacaklarını bilemez hale geldi. Bütün yatırımlarını İslamcıların “vesayet rejimini yıkıp ülkeyi demokratikleştireceği” palavrası üzerine kurdukları için, bu çapta bir isyanı hiç beklemiyorlardı. İnsanların birden bire neden sokağa çıktığını anlayamadılar.
Çünkü onlar, AKP-Cemaat koalisyonunun, siyasal İslamcıların Türkiye’nin “burjuva demokratik devrimini” tamamlayacağına bile, önce solu, sonra da toplumu ikna etmeye çalışıyorlardı. Toplumun inanmadığı ortada ama solun önemli bir kısmını, ülkenin "muhafazakâr devrim" yoluyla özgürleşeceğine neredeyse ikna etmişlerdi. Böyle bir tarihsel-felsefi aymazlık hali, üzerinde çalışılmış cehalet, entelektüel saçmalık ve siyasal rezalet tarihin hiçbir evresinde ve dünyanın hiçbir ülkesinde görülmüş şey değildi. Solun İran devrimindeki yanılgısı daha anlaşılır nedenlere dayanıyordu. En azından önlerinde daha önceden yaşanmış böyle bir deniyim ve büyük bir kötü örnek yoktu.
YAZININ TAMAMI İÇİN TIKLAYIN