Geçen hafta kaldığımız yerden devam edelim.. İslamcı faşizm konusunu temellendirmek ve bağlamına oturtmak için, klasik ve yeni dönem faşist rejimler ya da devlet biçimleri üzerinde biraz daha durmakta yarar görüyorum.
Faşizm dar anlamda İtalya’da 1920’li yıllarda ortaya çıkan bir siyasi hareketi ve bu hareketin iktidara geldikten sonra kurduğu ekonomik, siyasal ve toplumsal düzeni ifade eder. Bu kavram, bazı farklı yanlar taşımasına karşın Alman Nazi rejimini de içine alır. Bu iki rejim tarihte faşizmin en mükemmel iki örneğini oluşturur. Dolayısıyla faşizm ve Nazizm kavramları, kimi özgün yanları olsa bile genellikle eş anlamlı olarak kullanılır. Böyle kullanılması yanlış da değildir. Ancak, faşizmin bir kavram, bir dünya görüşü, bir hareket ve bir rejim/devlet biçimi olarak kazandığı anlam çok daha geniştir.
Faşizm, sadece tekelci sermayenin terörist ya da kural tanımaz bir diktatörlüğü değil, aynı zamanda bir kitle ideolojisidir. Faşizm, insanın bireyselleşmesi, kendi kişiliğini ve tercihlerini geliştirmesi yerine, örgütlenmiş bir sürü haline getirilmesi ve bireyin bu sürünün içinde eritilmesi demektir. İnsanların en ilkel duygularına hitap eder ve onu -deyim uygunsa- ilkel içgüdülerine kadar iterek hayvanlaştırır. Ortaya, bütün insani değerlerden kopmuş, gerektiğinde cinayet işleyen, katliam düzenleyen, soykırım yapan bir yaratık çıkar. Alman Aosyolog Max Horkheimer, 1939’da “Kapitalizmden söz etmek istemeyen birinin, faşizm konusunda da ağzını açmaması gerekir” der. (1) Çünkü, gerçekten de bu konuda yapılacak ilk belirleme, faşizmin kapitalizmin bir arızası ve sermayenin diktatörlük biçimlerinden biri olduğunu saptamaktır. Ancak bu çerçeve oldukça genel ve belirsizdir. Her burjuva diktatörlüğünün faşizm olarak tanımlanmasına kapı açar. Nitekim, Nicos Poulantzas, Horkheimer’in bu çarpıcı sözlerine hem dikkat çeker hem de itiraz ederek, “Asıl emperyalizmden söz etmek istemeyen birinin faşizm konusunda ağzını açmaması gerekir. Faşizm kapitalizmin emperyalist aşamasına rastlar” der. (2) Nicos Poulantzas’ın bu saptaması, III. Enternasyonal çizgisini izleyen Marksistlerin yaptığı faşizm tahlillerinin de neredeyse ortak paydasıdır. Ama yine de yetersizdir. Çünkü, faşizm kapitalizmin bir arızası ve sermayenin diktatörlük biçimlerinden biri olarak emperyalizm aşamasına rastlasa da, esas olarak yakın bir sosyalizm tehdidinin de bulunduğu koşulların ürünüdür.
Ulusal ve toplumsal kurtuluş mücadelelerinin iç içe geçtiği emperyalizme karşı yürütülen mücadeleler de benzer bir tehdit etkeni olarak değerlendirilmelidir. Örneğin Mahir Çayan, bu farklılığı “sömürge tipi faşizm” kavramı ve tanımı ile ifade etmiştir. Faşizmin diğer burjuva diktatörlüklerinden nasıl ayrıldığı da sürekli olarak tartışılmıştır. Söz gelimi faşizmi aratmayacak ölçüde terörist yöntemler kullanan, açık şiddete dayalı kimi burjuva diktatörlükleri ile faşizm arasındaki fark her zaman tartışmalı bir alan olarak kalmıştır. Bu yaklaşım faşizmi sadece “şiddet” öğesiyle açıklama yönteminin bir ürünüdür. Faşizmi salt “şiddet” öğesine indirgeme tutumuna çoğu kez örtük şekilde burjuva demokrasilerini abartma eğilimi de eşlik eder. Bu abartma, burjuva demokrasilerini sınıflar üstü bir yönetim şekli olarak görmeye kadar varabilir. Aynı şekilde, faşizmle burjuva demokrasileri arasındaki farkı önemsizleştiren ve hatta bu iki devlet biçimini eşitleyen “ultra sol” anlayışlar da sanıldığından daha yaygındır.
Türkiye’de bir rejime, partiye ya da akıma “faşist” demek de her nedense daha “devrimci” bir tutum sayıldığından, bu tartışmanın kendisi genellikle politik bir baskı altında yürütülüyor. Dolayısıyla, önyargısız bir analiz ve bundan hareketle bir tanım yapmak da güçleşiyor. Örneğin, Türkiye’de “sürekli faşist diktatörlük” olduğunu savunanlar bulunduğu gibi (en azından bir dönem), bu diktatörlüğün başlangıcını gerçek anlamda bir burjuva sınıfının henüz yeni oluşmaya başladığı dönemlere, 1940’lı yıllara kadar götürenler de vardır. Bu değerlendirmenin zayıf yanları ise “parlamenter faşizm” ya da “örtülü faşizm” gibi ilave formül, tanım ve kavramlarla giderilmeye çalışılır. Burjuva rejimler arasındaki temel farklılıklara gözünü kapatan, dolayısıyla ince ayrımları da görmeyen bu değerlendirme şekli; bütün sınırlılıklarına karşın, burjuva parlamenter rejimleri açıklama kapasitesinden uzaktır.
YAZININ TAMAMINI OKUMAK İÇİN TIKLAYIN