Ekonomik büyüme limanından kalkınma rotasında pupa yelken

Yayın tarihi: 19 Haziran 2023 Pazartesi 8:07 am - Güncelleme: 19 Haziran 2023 Pazartesi 8:07 am

Prof. Dr. İ. Melih Baş

Bir önceki (01.06.2023 tarihli) yazımızda ekonomik büyüme (küçülme) kavramının, bir ülke ekonomisinde üretilen mal ve hizmetlerin (sektörler temelinde ve giderek toplam olarak) miktarında veya değerinde bir dönemden diğerine olan değişim olarak tanımlandığını belirtmiştik. Bu değişimin ölçümüyle ilgili çok sayıda seçenek olduğunu ve bu denli çeşitlenmenin bir yandan iktisat bilgisinin gelişimiyle ilgili olduğunu fakat esasen ekonomi-politik yeğleyişle ilgili olduğunu vurgulamıştık. Konuya bu ayrıntıda bakmayıp, bizim TÜİK’in benimsediği yeni-klasik iktisat yaklaşımına dayalı yöntemsel seçeneğin tek bilimsel yöntem olduğunu düşünmenin, olsa olsa bir sanılgı (yanılgılı sanma) olup, en hafif deyimle cehalet olduğunu vurgulamıştık. Çeşitli büyüme kuramlarının mevcut olduğunu ve doğal olarak da farklı ölçüm yaklaşımları ve yöntemlerinin var olduğunu açıklamıştık.

 

Büyüme kuramlarının geniş bir sınıflaması için ilgili kitaplara bakılabileceğini, ancak bugün için önem arz eden iki yaklaşımı şöyle sınıflayabileceğimizi yazmıştık:

  1. Klasik liberal iktisat yaklaşımından türeyen yeni-klasik liberal yaklaşım (Tip1)
  2. Klasik toplumcu yaklaşımdan türeyen uzun dönem devingen planlı toplumcu büyüme(Tip2)

 

Bir önceki yazımızda Tip1’i ele almış ve büyüme sorunsalının birçok boyutuna değinmiştik. (Geçen haftaki yazımıza Tele 1’in örütbağından ulaşabilirsiniz.)

 

Gelelim Tip2’ye. Tip2’de kullanılan kavramlar şunlardır:

Toplam toplumsal ürün(TTÜ) = s+d+a

Sabit sermaye(s): Toplumsal ürünün yeniden üretim sürecinde tüketilen üretim araçlarının (hammadde, enerji, makineler vb.) yenilenmesi veya yerine getirilmesi için kullanılan kısmı.

Değişken sermaye(d): Toplumsal toplam ürünün bu kısmı işçi ücret ve maaşları olarak onlara ödenen miktardır.

Artı değer(a): Toplumsal ürünün bu kısmı, üretim sürecinde yaratılan ve piyasa ekonomisinde sermayedarın servetine eklenen kısımdır.

Ulusal gelir de UG =d+a olarak tanımlanmaktadır. Ulusal gelirden tarafların aldığı paydaki gelişme ölçülerek tarafların refahı ölçülebilir. Yani bir taraf için büyüme gönenç (refah) artışı getirirken diğer taraf için gönenç yitimine yol açabilir. Bu yönteme göre kişi başına ulusal gelir artışı veya azalışı bir anlam ifade etmez.

 

Ulusal gelirin ölçümünde yeni gelişmeler

 

Ulusal gelir ölçümünde ev üretimini devreye katan, doğal çevredeki tahribatı kapsama alan yeni ölçümler geliştirilmiştir,sözgelimi net ulusal gönenç gibi. Aslında bunların birçoğu tarafımızdan daha önce Banka ve Ekonomik Yorumlar Dergisinin kimi sayılarında ayrıntılı olarak ele alınıp hem de 1990’larda yazıldı. Sonraki yıllarda ABD’de gayri maddi sermayeyi (nitelikli emek vb) ekleyerek yeni makroekonomik başarım ölçme çalışmaları yapılmıştı (bkz. The Economist, 4.3.2006). Hintli P.N. Rastogi’nin ‘ekonomik başarım indeksi’ formülünde enflasyondan arındırılmış gerçek büyüme, enflasyon ve işsizlik oranıyla indirgeniyor. OECD’nin GSMH büyümesi, dış ticaret açığı, işsizlik, enflasyondan oluşan dört bileşenli bir karo elmas ölçüm yaklaşımı var ki, ülkedeki yamukluğu pat diye ortaya koyuyor. Yine OECD’nin taa 2006’da yayınladığı eşitsizlikle düzeltilmiş ulusal gelir büyümesi çalışmaları vardır (bkz. The Economist, 11.2.2006). Çekoslovak iktisatçı E.Ehrlich’in 1966’larda ürettiği kişi başına düzeltilmiş sosyal hâsıla ölçütü ki, üstünde Prof. Dr. Onur Kumbaracıbaşı çalışmış ve Türkiye’ye uyarlayarak uygulama çalışması yapmış ve Mülkiye dergisinde (Eylül 1972) yayınlamıştır. Ankara İ.T.İ.A. İşletme Fakültesi’nde okuduğum dönemde Akademi Başkanımız olan Onur hocanın bu ölçüm dizgesini daha sonra bakan olunca niye uygulamaya sokamadığını hep merak ederim. TÜİK’in eşdeyişle eski adıyla Devlet İstatistik Enstitüsünün bir yayını vardır: Editörlüğünü Prof. Dr. Tuncer Bulutay’ın yaptığı Ulusal Hesaplarda Gelişmeler(Ocak 2002). Bu yayını TÜİK Başkanları acaba inceleyip, uygulama konusunda ne düşünmüşlerdir? Acaba helâl gıda işiyle ilgilenen hükümet helâl kazanca niye el atmaz? Bakın TÜİK Başkanı Ömer Demir ne demişti taa kaç yıl önce: ‘Kayıtdışını çıkarsak milli gelir yarı yarıya düşer’ (Dünya gazetesi,24.3.2006). Acaba finans yazınında yer alan kaliteyle indirgenmiş gelir (quality adjusted income) kimilerinin deyişiyle helâl gelir yoksa açıklananın yarısı mı? Mübarek kurban bayramı öncesinde helâl gelir konusuyla ilgileneyim dediğimde kitaplığımın din bölümünden önce iktisat bölümüne bakındım. Dr. Ömer Demir’in editörlüğünü yaptığı İslam, Sivil Toplum, Piyasa Ekonomisi adlı kitapta (Liberte yayınları,1999) Dr. Demir’in bir makalesi var: İşlem maliyetini düşüren birer kurum olarak hukuk, ahlâk ve din. Bu makalede dinî beşeri sermayeden söz ediliyor, dinin ahlak ve hukuka görece işlem maliyetlerini düşürmede daha etkin olduğu belirtiliyor. Şu dinî beşeri sermaye hesabı da TÜİK’in milli gelir hesaplarına eklense acaba nasıl bir yöntemle olur? Bunun verimliliği ölçülürken sermaye verimliliği olarak mı yoksa emek verimliliği olarak mı ölçülecek? Acaba Hazine ve Maliye Bakanlığı bu kayıt dışı ekonomi açıklamalarıyla niye ilgilenmez? Başka bir gelişme olarak iki Nobel ödüllü ekonomist Tobin ve Nordhaus “ekonomik servet ölçümü” diye bir ölçüm geliştirmişlerdir. Bizce esas sürdürülebilir büyüme oranı (SBO) aşağıdaki Higgins formülüyle ölçülebilir:

 

SBO = (Katma değer/Ulusal Servet) x (Yatırıma ayrılan pay/Katma değer)

 

Bunlar bugünkü hükümetin ilgi alanına niye girmez acaba? Sorduk işte, merak bu ya? Kimi yandaş iktisatçılar ‘alternatif aramanın yanlış olduğunu, uslu çocuk rolü oynamak gerektiğini’ söyleyegelsinler; kimileri ‘komik olmayalım, dünün iktisadi kavram kutusu bugünü anlamaya yetmiyor’ deyiversinler ne yapalım? Acaba sığ iki tane yalan yanlış veya gözden geçirilmesine liberal iktisatçıların bile akıl sır erdiremediği üç tane asimetrik bilgiye dair günlerce tartışmak mı daha gülünç?

 

Kalkınma ölçülmediğinde ulusal gelir ölçümünün yetersiz kalması

 

Ulusal gelir ölçümü tartışmaları bir yana, esas sorun büyümeyi kalkınmanın bir alt bileşeni olarak ele almak zorunluluğudur. Hatta kalkınmayı da dar anlamda ekonomik kalkınma olarak değil, yaşam kalitesi kavramı ışığında çok boyutlu olarak ele almak gerekir.

 

Kalkınmaya bakarken, birinci husus, sosyo-ekonomik kalkınma bağlamında ülkenin kendisini mi kalkındırdığı yoksa başka ülkelerin kalkınmasına mı katkıda bulunduğu sorununun ele alınması ve bu bağlamdaki eşitsizliklerin ele alınmasıdır. İkinci husus, büyürken yaratılan katma değerden farklı toplumsal sınıfların ya da katmanların, farklı sektörlerin aldığı payların ele alınması ve bunların ülkenin sosyo-ekonomik dengesini makroekonomik kalitesizliği ve eşitsizliği ortadan kaldırıcı biçimde ele alınması ve düzenlenmesidir. Bunlar hem dünyada (BM Beşeri Kalkınma İndeksi -HDI) , hem de ülkemizde bunu yetersiz bulup indeksler geliştiren ulusal çalışmalarımızla (örneğin Mine Yılmazer ve Halil Çivi’nin geliştirdikleri Yaşamın Yetkinliği Endeksi vb.)  ölçülmekte olup, gerçekten de ölçülebilir. Bu arada Nobel ödüllü Hintli iktisatçı Amartya Sen’in kalkınmayı gerçek siyasal özgürleşmeyle ele alan yaklaşımını da belirtmeden geçemeyiz. (Bu konuyu ayrı bir yazı konusu yapmak gerekir). Kısa kısa birkaç hususa değinmekle yetinelim. 2021/2022 BM Beşeri Kalkınma Endeksi’nde (HDI) sıramız Arjantin’den bile sonra 48.lik! Cinsiyet eşitsizliğine göre düzeltilmiş endekste de 7 sıra birden negatif fark mevcut. Bu ikinci değerlemede 5 gruptan 3. gruba giriyoruz, vasat altı yani! Zaten Cinsiyet Eşitsizliği Endeksi’nde taa 65.ciliğe düşmüşüz. Tüketici Hakları Derneği’nin Nisan 2023’de yaptığı çalışmaya göre dört kişilik bir ailenin aylık açlık ve yoksulluk istatistikleri ile yıllık ortalama hane halkı gelirini karşılaştırıldığında nüfusun yüzde 60,4’ü açlık sınırının altında yaşarken, yüzde 37,6’sı yoksulluk sınırının altında yani toplamda nüfusun yüzde 98’i açlık ve yoksulluk sınırının altında yaşamaktadır. Dünya Bankası verilerine göre milletimizin yüzde 10’u günde 5,5 dolardan az bir gelirle yaşıyor iyi mi!  Gelir dağılımı denkserliğine ilişkin Gini katsayısı ülkemizde 0,415 (ideali 1). En zengin yüzde 20’lik grup gelirin yüzde 47,5’unu alıyor. En düşük (yoksul) yüzde 20’lik grup ise gelirin sadece yüzde 5,9’unu alıyor! Gelir adaletsizliğinde OECD ülkeleri içinde eşitsizliğin en yüksek olduğu 5. ülke, (yüzde 47,5 / yüzde 5,9) oranına bakıldığında!

 

 

Uluslararası Saydamlık Örgütü’nün hazırladığı yolsuzluk algılama indeksindeki sıramız 1996’da otuzüçüncülüktü, 2022 raporuna göre ise 36 puan ile 101.sıraya gerilemişiz (0 en kötü 100 eniyi) .

 

Avrupa Komisyonunca yayınlanan Avrupa’da Yaşam Kalitesi Raporu’nda AB’ye üye ve aday 28 ülke arasında gelir dağılımı en bozuk ülke Türkiye çıktı.

 

Boğaziçi ve Koç üniversitelerinden bir öbek eğitmenin yaptığı bir çalışmada (Fatoş Gökşen vd) dolaylı vergi ödeme oranı ilk yüzde 5’lik gelir diliminde yüzde 11,2 iken, orta sınıflarda yüzde 26,7’ye çıkıyor, eşdeyişle dolaylı vergi ödeme oranı kişiler varsıllaştıkça düşüyor.

 

Acaba kişi başına gelirle mutluluk arasında nasıl bir ilişkinin olduğunu merak ettiniz mi? Bu konuyla ilgili olarak Londra Ekonomi Okulu’ndan Ekonomik Başarım Merkezi yöneticisi Richard Layard’ın mutluluk kitabında çok ciddi ve bilimsel çalışmalar var. Ortalama kişi başına geliri bizden daha düşük olan Çin, Mısır, Hindistan, Mısır, Ürdün bizden daha mutlu çıkmışlar! OECD’nin çalışmalarında da mutsuzlukla ilgili benzer sonuçlar çıkıyor.

 

Dünya Bankası’nca hazırlanan Ulusal Servet Ligi raporunda Ulusal Servet(= üretilen değerler+doğal kaynaklar+insan kaynakları) hesaplamasında yerimiz 76’lıktan 40’a ve giderek 22’nciliğe yükseldi. Ulusal servetimiz artarken beşeri kalkınmamız düşüyor; yaşam kalitemiz sonlarda, gelir dağılımı bozuluyor vb.

 

Hatta kişi başına gelirle kişi başına borç rakamını da karşılaştırmalıyız. Türkiye’de kişi başına borç sadece merkezi yönetim borçları dikkate alınırsa yaklaşık 2.250 dolar. Buna özel sektörün özellikle dış borçlarını da eklersek rakam daha da büyür kuşkusuz! Kişi başına gelir de sözde 10.000 dolarmış!

 

Tüm bunların tek anlamı var: siyasal yönetim kalitesizlik maliyetleri. Bu kalitesizlik maliyetini üçe ayırabiliriz: tasarım kalitesizliği maliyetleri, uygunsuzluk kalitesizliği maliyetleri ve başarım kalitesizlik maliyetleri.

 

Türkiye Ekonomi Politikaları Araştırma Vakfı’nın (TEPAV) geçmişte yaptığı bir çalışmaya göre Hazine ve Maliye Bakanlığı’nın açıkladığı bütçe açığı aslında (uluslararası muhasebe standartlarına göre) dört katı imiş! Bu çalışma bilimsel değildir desek mi? Böyle bir sav komik olur kuşkusuz.

 

Ekonomide yeni dalgalar(la kriz) gelebilir

 

Nedense büyümedeki kör uçuş (bu bir havacılık deyimidir) , önemli uluslararası liberal ekonomi basınını kriz sözcüğü pek de ilgilendirmemiştir.

 

Acaba kriz de bir büyük dalga mıdır? Kapitalizmin verimlilik artışı sonundaki kâr oranlarının düşmesi ile yaşa(n)ması kaçınılmaz krizleri, malî piyasalardaki hileli yönlendirme eşdeyişle ekonomik tetiklemelerin oluşturduğu kaotik süreçlerde daha sık görmeye başladık. Maalesef bunun aşısı yok! Ayrıca ekonomik hastalıkla ekonomik krizi karıştırmamak gerekir. Aynen kalp hastalığı ile kalp krizinde olduğu gibi! Ekonomik sistem hastalıklı, çözüm için sistem içi iktidar değişimi yetmez, sistemi değiştirmek gerekir.

 

Millî Prodüktivite Merkezi’nce (artık yok, Sanayi Bakanlığı’na bağlandı!) 1990’da yayınlanan “Verimlilik Denetimi” adlı kitabımızın başına yazdığımız Çin özdeyişini paylaşmak istiyorum: Yönetmek istiyorsan ölçmelisin, ölçmek istiyorsan tanımlamalısın. Galiba buna bir de tersten ekleme yapmalıyız: Neyi nasıl tanımlarsan onu ölçersin; neyi nasıl ölçersen onu yönetirsin. Kimilerinin işine gelmezse ne mi deriz? Kimin umurunda ki? Ne demişti Orhan Veli: Ne atom bombası ne Londra Konferansı/ Bir elinde cımbız bir elinde ayna, umurunda mı dünya? Ama unutmayalım ki, kılavuzu karga olanın burnu (terbiye sansürüne uğratılmış haliyle) pislikten kurtulmaz.

 

Sonsöz

 

Demokrasiyi halkın, kaynakları adilce paylaşma sürecini yönetmesi olarak tanımlayıp,  yönetimin başlangıç işlevini de karar almak olarak koymalıyız. Karar almanın gerçek bilgiye dayalı olması gerektiğini anımsarsak, gerçek bilgiden uzaklaştırılan bir toplum demokratik olabilir mi? Dr. İkram Çınar Mankurtlaştırma Süreci (Anı yayınları,2006) adlı kitabında buna şöyle yanıt veriyor: Ancak mankurtlar, seçimden seçime oy kullanmanın demokrasi olduğuna inanabilirler. Zaten kimler oy kullandı, nasıl kullandılar, oylar nasıl sayıldı gibi soruların yanıtları da bir o kadar trajik ve pornografik değil mi? Sahi ne demokrasisi biz oklokrasi (1) tuzağına düştük. Peki güneşli güzel günler görmek için ne yapmalı? Eko-Toplumcu bir uygarlık için örgütlenme bağlamında safları sıklaştırıp, mücadeleye devam etmek gerekir!

 

  • : Meraklısı şu adrese bakabilir: https://tr.wikipedia.org/wiki/Oklokrasi