İslamcı faşizmin bütün diktatörlüklerden temel bir farkı bulunmaktadır. Bu fark, belli bir toplumsal temele, görece geniş sayılabilecek bir kitle desteğine sahip olmasıdır. Toplumun çok geniş bir kesiminin ortak kabullerini, dini inançlarını etkin bir ideolojik araç olarak kullanmasıdır. Bu yanıyla İspanyol faşizmine, falanjist harekete benzemektedir.
Siyasal İslamcı AKP’nin ülkeye nasıl el koyduğunu anlamak için, seçmen davranışlarını belirleyen temel etkenin değişimine de bakmakta büyük yarar var. Bu ülkede ABD ve NATO desteği ve yönlendirmesiyle son 70 yıldır izlenen dinselleştirme siyaseti; Cumhuriyetin modern, aydınlanmacı ve ilerici değerlerinin adım adım tasfiye edilmesi, insanların sınıfsal konumları ile siyasal tercihleri arasındaki pozitif ilişkiyi kopardı. Yani insanlar, sosyal/ sınıfsal konumlarından hareketle ve bilinçleriyle değil, inançlarıyla oy kullanır hale getirildi. İnsanların sosyo-ekonomik konumlarıyla seçmen davranışları arasında negatif bir ilişki oluştu.
Sırf alnı secde görüyor diye kendi cellatlarına oy veren bir seçmen kitlesi oluşturuldu. Siyasal tercihi belirleyen temel etken din, geleneksel kültür ve etnik duyarlılıklar oldu. Sonuçta yoksullar, kendilerini ezen efendilerinin arkasından gitmeye başladı. Giderek toplumsallaşan gönüllü bir kulluk yaratıldı. Aklı ve vicdanı özgürleşmemiş veya teslim alınmış kölelerin önüne sandık konulunca, onlar da kaçınılmaz olarak efendilerini seçti. Anımsayalım; AKP iktidara geldikten sonra seçim kampanyalarını genel olarak ekonomik-sınıfsal talepler etrafında değil, daha çok kültürel değerler ve ideolojik talepler zemininde yürüttü.
YOKSULLUK VE KUTSAL DAVA
İçinden geçtiğimiz büyük ekonomik krize, yoksullaşmanın derinleşmesine, insan onurunu ayaklar altına alan sefalete karşın Erdoğan-AKP iktidarının oy oranı yaklaşık olarak yüzde 30 seviyesini koruyor. Bu durum gerçekten büyük bir şaşkınlık yaratıyor. Oysa nedeni basit, iktidarları her zaman tencere-mutfak metaforuyla ifade edilen yoksulluk, ekonomik krizler, hayat pahalılığı vb gibi gelişmeler değiştirmiyor. Bazen süreç tersine işler ve daha baskıcı ve faşizan yönetimlerle sonuçlanır. Çünkü, toplumlar krizlere ilerici ve devrimci çözümler üretemez ise, siyasal mücadeleler daha koyu bir gericilikle sonuçlanabilir.
Son 20 yıldır Türkiye’de de siyasal ve toplumsal süreçler böyle işledi. Çünkü, ortada esas olarak bir rejim tartışması vardı ve siyasete rejimi değiştirme iddiasıyla giren AKP, seçim kampanyasını da din, kutsal dava, milletin değerleri gibi temalar etrafında yürüttü. Bunun karşısında liberalizmin etkisi altındaki sol ve ilerici güçler ise, ideolojik bir dağınıklık içinde ve bir yenilgi psikolojisiyle yer aldı. Daha çok ekonomik ve sendikal taleplerle sınırlandırılmış bir mücadele çizgisi izledi.
Daha önemlisi, solun bir kesimi, saldırılarını laiklik, cumhuriyet ve aydınlanmanın kazanımları gibi ideolojik ve kültürel bir alanda geliştiren İslamcı hareketin karşısına değil, yanında yer almak gibi büyük bir siyasi ahmaklık içine düştü. Liberal entalijensiya, bütün muhalefet alanını ve ilerici değerleri çürüttü. Cumhuriyetçileri ve solu pasifize etti. Sonuç olarak, bugün kurtulmaya çalıştığımız dinci-faşizan cehennemin yolları döşendi.
CESARETİ TOPLUMSALLAŞTIRMAK
Muhalefet ve sol, mücadelenin ideolojik ve kültürel bir alanda geliştiğini yeterince göremedi. Dolayısıyla, “fakirlik edebiyatı” üzerinden geliştirilen ve ekonomik talepler ekseninde seçim kampanyaları yürüttü. Ne cumhuriyet ne de laiklik etkin bir şekilde savunuldu.
Buna karşılık AKP, 15 Temmuz 2016 darbe girişiminin yarattığı kaos ortamından da yararlanarak toplumu dönüştürme ve sokağı terörize etme siyasetini yükselterek sürdürdü. İktidar imkanlarını kullanarak örgütlediği yasadışı çeteler ve SADAT gibi milis örgütlenmeleri aracılığıyla muhalif toplum kesimlerini tehdit etmeye başladı. Bu tehdit karşısında sürekli geri çekilen, pasifist bir tutum takınan muhalefet anlayışı, topluma güven veremezdi. Bu tutumun bir özgüven yıkımına yol açması kaçınılmazdı. Nitekim, öyle de oldu!
AKP’nin toplumda yarattığı korku ve umutsuzluk iklimi, muhalefet güçlerinin bu siyasal atmosferi değiştirme konusundaki beceriksizliği ve –hadi korkaklık demeyelim- tereddütleriyle birleşince, gerici hareketin kendisini olduğundan daha güçlü gösterdiği bir tablo oluştu. Ülkede, eğer Mahir Çayan’ın geliştirdiği özgün kavramla ifade edersek, bir tür “suni denge” ortamı oluştu. Korku ve kötülük giderek yayıldı, örgütlendi ve toplumsallaştı.
Çetelerin kol gezdiği, düzenin mafyalaştığı, yasaların askıya alındığı, kuralsızlığın hüküm sürdüğü, adalete inancın kalmadığı bir ülke ortaya çıktı. Liberallerin paha biçilmez desteğiyle gelişen bir umut krizi, yenilmişlik duygusu ve korku atmosferi bütün toplumu içine aldı. Eski çürüyor, ama yeni olan doğamıyordu. Dönem canavarların zamanıydı.
YAZININ TAMAMI İÇİN TIKLAYIN