Türkiye’de aydınlanmaya yönelik post-modern eleştiri, akıl ve bilim karşıtı gerici bir saldırıydı. Oysa, kapitalizm aşılmadan gerçek anlamda modernite de aşılamaz. Bu nedenle moderniteyi aşma yeteneğine sahip biricik eleştiri hâlâ Marksizmdir.
Bilindiği gibi, son dönemde adeta Ortaçağ medreselirinden fırlamış gibi kimi ilahiyatçılar insanları ve özel yaşam alanlarını tehdit eden fetvalar vermeye başladılar. Toplumun İslam aklının mühürlendiği, içtihad kapısının kapatıldığı ve bügünkü bütün arızaların kaynağı olan 10 ve 11. yüzyıla iade edilme girişimi hızlandı.
Yalova Üniversitesi’nde öğretim üyesi olan bir ilahiyatçı, Prof. Abubekir Sifil, gazeteci Yılmaz Özdil ve Cüneyt Akman’ın cenazelerinin camilere alınmamasını istedi... Bir başka ilahiyatçı Ebubekir Sofuoğlu da ilahiyatlar ve o yetmiyormuş gibi yeni kurulan İslami ilimler fakülteleri dışındaki bütün üniversiteleri “fuhuş yuvası” ilan etti.
Peki, ülke buraya nasıl geldi? Bu çevreler büyük ve 300 yıllık aydınlanma geleneği olan bir ülkeye nasıl el koydular? Bunu düşündüm. Yanıtı basit aslında… Bunun nedeni sosyalizmden büyük vazgeçiştir. Liberal ideolojik hegemonya inşa eden ağırlığını dönek solcuların ve liberal solcuların oluşturduğu liberaller ile yeni gericiliğin kültürel-felsefi bakımdan önünü açan, “bütün kötülüklerin kaynağı” sanmak gibi bir aptallıkla saldırdıkları moderniteyi güya aşmak için Ortaçağ değerler dünyasına ve teolojik literatüre büyük kapı aralayıp, meşruiyet alanı tanıdılar.
Oysa, modernite ve aydınlanmaya yönelik eleştiri, akıl ve bilim karşıtı gerici bir saldırıydı. Ortaçağ dünyasını yeniden üretmeyi hedefliyordu. Ancak IŞİD, El Kaide, El Nusra gibi örgütleri üretebilir, en iyi olasılıkla İhvan-ı Müslümin hareketini iktidara taşıyabilirdi. Kaldı ki, İhvan, bütün radikal İslamcı haraketlerin fideliklerinden biriydi. AKP bile neredeyse öyle oldu.
O nedenle bu yazıda liberalizm, post-modernizm, yeni gericilik ve yeni ortaçağ üzerinde biraz durmakta yarar görüyorum. Bu hikâye, liberallerin, aptal entelektüellerin ve akademisyenlerin dramıdır. Günahları ve ihanetleri büyüktü, insanlığa maliyetleri ise çok ağır oldu.
Şimdi olaya biraz yakından bakalım. Halen Covid-19 tanısı nedeniyle hastanede tedavi gördüğüm için, kaçınılmaz olarak bu yazıyı hazırlarken biraz zorlanıyorum. Tedavi seansları çalışmayı sürekli kesintiye uğratıyor. O nedenle, sürdürmek istediğim bu tartışmaya sağlam bir zemin oluşturmak için aşağıdaki bölümleri, daha önce yayımlanan kimi çalışmalarımdan ve kitaplarımdan yararlanarak hazırladım. Ancak, ortaya yine de özgün bir makale çıktığını söyleyebilirim.
GERİCİLİĞE MEŞRUİYET ÜRETME AYMAZLIĞI
Bir sınıf olarak burjuvazi ve bir sistem olarak kapitalizm tarihsel ömrünü doldurmasına karşın, siyasal, ekonomik ve toplumsal varlığını sürdürmektedir. İşçi sınıfı ve insanlık politik bir eylemle kapitalizmi aşana kadar da varlığını sürdürmeye devam edecektir. Ancak dünyanın içinden geçtiği bu tarihsel dönemeçte önemli bir farklılık vardır; burjuvazi artık kendi varlığını ve egemenliğini ahlaki ve siyasal bakımdan da açıklama yeteneğini yitirmiştir.
Bir başka anlatımla, liberallerin tersine bütün iddialarına karşın, bir sınıf olarak burjuvazi tarihsel meşruiyetini tüketmiştir. Kapitalizm artık bütün insanlığın ve gezegenin geleceğini tehdit etmektedir. Durum böyle olunca burjuvazi varlığını ve egemenliğini sürdürebilmek için yeniden meşruiyet üretmek ihtiyacıyla karşı karşıyadır. Bu nedenle, dünyada koronavirüs ile en başarılı şekilde mücadele eden ülkenin yoksul Vietnam olması hiç tesadüfi değildir.
Kaba bir çıkarsama yapma tehlikesini göze alarak denilebilir ki, post-modernizm son analizde bu meşruiyet oluşturma ihtiyacının bir ürünüdür.
Toplumlar çözüldükçe, özgürlük anlayışı da cemaatlerin, aşiretlerin, mezheplerin, dinsel ve etnik toplulukların serbestisine indirgeniyor. Modernitenin bir ürünü olan “vatandaşlık” bağı ve hukuku bile tasfiye edilmek isteniyor. Durum böyle olunca tuhaf bir hal yaşanıyor ve salt “vatandaşlık” hukukunu savunmak bile bugün neredeyse tek başına ilerici bir tutum haline geliyor.
YAZININ TAMAMI İÇİN TIKLAYIN