AKP, sadece bir islamcı örgüt ve iktidar olmanın çok ötesine geçen oyluma sahip bir siyasal harekettir. İslamcı örgüt ve akımların, tarikat ve cemaatlerin büyük bölümünü birleştiren kapsayıcı bir ‘pasif karşı devrim’ hareketidir. Bu kavramı ortaya atmamın nedeni, açık şiddet kullanmadan iktidarı ve devleti ele geçirme yöntemine ilişkin bir siyaset tarzına vurgu yapmaktır.
Antonio Gramsci’nin geliştirdiği “pasif devrim” kavramından hareketle ürettiğim, onun ima ettiği anlama yakın bir ifadedir. Belli bir toplumsal desteği arkasına alan gerici ya da faşizan bir gücün, kurulu düzenin güçten düştüğü ve kurumsal çözülmenin yaşandığı dönemlerde gerçekleştirdiği siyasal dönüşüm bir olayıdır. Daha çok, kendisini savunma araçlarını yitiren ya da bu araçları oluşturamayan demokrasiler veya parlamenter rejimlerin imkanlarını ve araçlarını kullanarak iktidarı ele geçirmektir. Dahası, devleti içeriden fethetmek ve dönüştürmektir.
İktidarı ve devleti pasif bir karşı devrimle ele geçiren islamcı hareket, Türkiye’ye hem farklı bir yön önermekte hem de bu yönü iktidar araçlarını kullanarak topluma dayatmaktadır. Ülke evrensel hukuk ilkelerinin geçerli olmadığı, anayasasız, yasasız, hatta kuralların işlemediği bir dönemden geçmektedir. İşadamı Osman Kavala’nın haksız ve hukuksuz bir şekilde 4 yıldır hapiste tutulması, Selahattin Demirtaş’ın sadece siyasal değil, kişisel bir kin nedeniyle de hapse atılmasının nedeni budur. Akademik bir kavramsallaştırmayla “neo-patrimonyal sultanizm” denilebilecek bir geçiş dönemi söz konusudur. Daha net bir ifadeyle, ülke islamcı-faşizan bir rejimin inşa sürecini yaşamaktadır.
Özetle, Türkiye’nin geçen yüzyılın başında bir devrimle giridiği yolda sert bir kırılma ve makas değişikliği yaşandı. Toplum yön duygusunu yitirdi. Ülke, bu durumun yarattığı şiddetli bir gerilim hattında salınmaya başladı.
TARİHSAL KAVŞAK
Bu anlamda Türkiye, geçen yüzyılın başında olduğu gibi, yine büyük ve benzer bir tarihsel kavşakta duruyor. Ülke ve toplum bir kez daha yön belirleme sorunuyla karşı karşıya. İslamcı karşı devrim sürecinin, hedeflerine büyük ölçüde ulaştığı Türkiye, bir önceki yüzyıldan devraldığı siyasal, kültürel, ideolojik ve toplumsal sorunlarla boğuşuyor.
Türkiye’nin bu yükle yoluna devam etmesi mümkün değil. Geçen yüzyılın başında Osmanlı İmparatorluğu çözülürken Yusuf Akçura ünlü “Üç Tarz-ı Siyaset” kitabını yazmış ve ülkenin önündeki seçenekleri göstermişti. Akçura, ülkenin önündeki olası çıkış yollarını tanımlayarak olasılıkları ortaya koymuştu. Yusuf Akçura’nın gösterdiği ve zaten bir fikir akımı olarak yaşamın içinde olan yollardan biri de uluslaşma ve burjuva devrimiydi. Akçura bunu “Türkleşmek” diye kavramsallaştırmıştı. Kendisi de bu aydınlanma ve modernleşme çizgisinde duruyordu.
Bir ulus kuruculuğu anlamındaki, 1900’lerin aydınlanmacı ve modenleşmeci “Demokratik Türkçülük” akımı ile bugünün tutucu, gerici, etnik, ırkçı ya da şovenist milliyetçilik kavramı arasında hiçbir benzerliğin olmadığını belirtmek gerekiyor. Akçura’nın Osmanlı aydınlarına ve topluma önerdiği diğer iki yol ise Osmanlıcılık ve İslamcılıktı.
Siyasal ve entelektüel tarihimizin en parlak yapıtlarından biri olan Yusuf Akçura’nın, “Üç Tarz-ı Siyaset” kitabıyla düşünsel ve toplumsal bir kargaşa yaşayan köhnemiş bir imparatorlukta büyük bir sadeleşme sağlamış, aydınlara ve topluma bir yön işaret edilmişti.
Osmanlı, ya seküler bir kamu düzeni oluşturarak Hıristiyan halkları da içerecek şekilde çok dinli ve çok milliyetli bir imparatorluk olarak birliğini koruyacak ya da Müslüman halklardan oluşan bir din devletine evrilerek “Doğu”ya çekilecek veya imparatorluğun kurucu unsuru Türklere yaslanarak aydınlanmacı bir atılımla modern bir ulus kuracaktı.
Türkiye yüz yılı aşkın bir süre sonra yine benzer bir kavşakta duruyor. Somut durumdan yola çıkarsak eğer, Türkiye’nin önünde bugün üç çıkış yolu bulunuyor; islamo-faşizm, cumhuriyetçi restorasyon ve devrimci cumhuriyet… Şimdi bunlara sırasıyla bakalım.
BİRİNCİ YOL; İSLAMO-FAŞİZM
Aynı zamanda yakın bir tehdit de olan birincisi; daha önceki çağın değerler dünyasından beslenen, modernleşme dinamiğine direnen Osmanlı gericiliğinin devamı sayabileceğimiz islamcı yoldur. Bu yol, İslamın şeriatı ile Osmanlı-Türk aydınlanmasının başlangıç varsayımları ve cumhuriyetin kuruluş ilkeleri arasında bir ortalama almayı hedefliyor. Bu, kamusal yaşamın akıl ve bilimden çok, görece yumuşatılmış şeriat kuralları tarafından düzenlendiği, içine kapalı ve totaliter bir ülke demektir. Türkiye 12 Eylül 2010 referandumundan itibaren bu yola girmiş bulunuyor. Birinci Cumhuriyet’in tasfiye edildiği bir rejimdir. Seçim sandığının biçimsel olarak korunduğu bir hurma cumhuriyetidir.
Bu yol, siyasal islamın kayıtsız şartsız egemen olduğu, laikliğin bütünüyle tasfiye edildiği, devletin ve toplumsal yaşamın Sünni İslam’ın şeriatı ya da Emevi ideolojisi tarafından belirlendiği daha karanlık bir yola da açılabilir. Aklın ve bilimin dışlandığı, inanç merkezli bilgi anlayışının egemen olduğu bir toplumsal ve siyasal düzendir. Modern dünyadan kopan, ulemanın ve dinci sermayenin totaliter diktatörlüğüdür. İslamo-faşist bir rejimdir.
Ancak, Türkiye’nin sosyolojik yapısı, tarihsel birikimi, inanç haritası ve kültürel dokusu itibarıyla içine sığamayacağı ya da sığmakta çok zorlanacağı tek yol da budur. O nedenle toplumsal barışın bozulacağı, acılı, çatışmalı ve maliyeti en yüksek yoldur. Ancak, yakın tehdit oluşturan ve ciddi bir mesafe alınan bu yol en güçlü seçeneklerden biridir. Bu yol, Osmanlı-Türk modernleşmesi ve aydınlanmasına karşı gelişen yüz yıllık bir gerici direnişe ve karşı devrim hareketine yaslanmaktadır. Ülkeyi ve toplumu iç savaşa sürükleme potansiyelini içinde taşır. Yeni Gladyo diyebileceğimiz paramiliter SADAT gibi yapılanmalar bu amaca hizmet etmektedir.
YAZININ TAMAMI İÇİN TIKLAYIN