Birleşmiş Milletler bursu ile gittiğim ABD’den 1966 yılında döndüğümde, SBF’de ve ODTÜ’de kadro olmadığı için Prof. Nusret Fişek’e başvurdum ve onun desteği ile İhsan Doğramacı tarafından öğretim görevlisi olarak o zamanlar Tıp ve Sağlık Bilimleri Fakültesi olan Hacettepe’ye atandım.
Dönem, Avrupa’da özgürlük rüzgârlarının estiği, Fransa’daki öğrenci ayaklanmalarının bütün dünyayı etkilediği, Türkiye’de de özgürlükçü 1961 Anayasası’nın yürürlükte olduğu dönemdi.
Hacettepe Tıp ve Sağlık Bilimleri Fakültesi’ni üniversiteye dönüştürmek için Sosyal Bilimlere gereksinme duyan
Doğramacı, beni sadece Sosyal Çalışma Yüksek Okulu kurmak için değil,
Nusret Fişek ve
Doğan Karan’la birlikte gerçekleştirmeye çalıştıkları, Tıp’ta devrim yapmaya yönelik olan yeni eğitim programını düzenlemekle de görevlendirmişti.
Bütün Tıp ve benzeri sağlık bilimleri ile ilgili eğitimleri Türkiye’de ilk defa kredi sitemine geçirmiş, hepsine zorunlu olarak sosyal bilim dersleri koymuş, Sosyal Tıp hizmetlerini, özellikle de Halk Sağlığını ön plana alan devrimci bir programa başlamıştık.
Bu arada
Nusret Fişek, Ankara’dan başlattığı pilot uygulamaları tüm ülkeye yayan
“Sağlık Ocakları” projesini de başarıyla gerçekleştiriyordu.
Bütün bunları Doğramacı’nın “1961 Anayasası” ve “1968 ruhu” bağlamındaki özgürlükçü ve demokrat “kararlılığı(!) ile yapabiliyorduk.
Doğramacı, beni ayrıca öğretim görevlilerinin, asistanların, öğrencilerin ve bütün hizmetlilerin de üniversite yönetimine katılmaları için bir model oluşturmakla görevlendirmişti.
Herkesin önünde, Muzaffer Şerif’i, Pertev Naili Boratav’ı, Niyazi Berkes’i, Sadun Aren’i ve Behice Boran’ı da üniversiteye alacağını ilan ediyordu.
Ama kurduğum modeldeki temsilcilerin, kendilerini seçenleri değil, doğrudan rektörü temsil edeceklerini bana
“tebliğ ve empoze edince”, bunun
“seçilmiş temsilciler” açısından olanaksız olduğunu söyledim ve aramız açıldı.
Daha sonra 1961 Anayasası’na karşı, 12 Mart 1971 Askeri Darbesi yapıldı; 9 Martçılarla da ilişkisi olduğundan kendini kurtarmak için beni yem olarak
Tağmaç’a ihbar etti, zorla askere aldırdı, Piyade Okulu’ndan sonra atandığım Genelkurmay’dan da
“sakıncalı asteğmen olarak” başka yere tayinimi sağladı.
(Ecevit, 1973 seçimlerinden sonra başbakan olunca
Doğramacı beni gene geri çağırdı. O süreçte Doçent ve Profesör oldum. 12 Eylül’den sonra da YÖK’ü birlikte kurma önerisini reddedince, Profesörlüğümü onaylamadı, bölümümü kapattı, sakal baskısı uygulayarak istifa etmemi sağladı.)
***
Fakülteden Üniversiteye dönüşme sürecinde sadece eğitim konusunda değil, hastane yönetiminde de, Doğramacı’nın (doktor arkadaşlarımın deyimiyle) “sol” kolu olmuştum.
(Bu arada Hastanenin kurulmasında ve gelişmesinde
Mithat Çoruh’un ve sonradan iki kez seçilmiş Rektör de olan
Süleyman Sağlam’ın adlarını da anmadan geçemem.)
***
Bütün bu uzun girişi, tıp eğitiminin, hastane yönetiminin ve doktorların sorunlarını en üst düzeyde, bizzat uygulamanın içinde öğrendiğimi ve birçoğunun halledilmesine de katkıda bulunma fırsatı elde ettiğimi anlatmak için yaptım:
Derhal belirmeliyim ki 1500-2500 yataklı
“Şehir Hastaneleri” projeleri hem finansman hem de hastane yönetimi açılarından yanlış bir projedir:
Bu nedenle vakit geçirmeden kamulaştırılmaları ve çağdaş sağlık hizmetlerine uygun bir biçimde yeniden organize edilmeleri gerekmektedir!
***
Bakın, Eski Balıkesir Tabip Odası Başkanı, CHP Balıkesir Milletvekili Fikret Şahin, TELE 1’de İsmail Dükel’in programında yaptığı çarpıcı açıklamalardan dolayı kendisinden rica ettiğim bilgi notunda neler anlatıyor:
“Devlet tarafından şehir hastanelerinin yapılacağı arsa ücretsiz olarak yüklenici firmaya veriliyor. Firma bu arsaya hastane inşaatını yapıyor. Firmaya, kullanacağı kredi ve geri ödemeler için hazine garantisi sağlanıyor.
Özel bir şirket olan firmaya hastanenin işletmesi de en az 25 yıllığına veriliyor. 25 yıl boyunca bu hastaneler için devlet, döviz bazında kira ödüyor.
Ayrıca kiranın yanında devlet, en az kira bedeli kadar bu firmalara hizmet bedeli ödüyor. Hizmet bedeli ödemeleri her 5 yılda bir güncelleniyor.
Hastanenin en fazla gelir getiren bölümleri olan,
•Laboratuvar
•Görüntüleme (MR, BT, USG, Anjiografi…)
•Nükleer Tıp
•Radyoterapi, Kemoterapi
•Fizik Tedavi Rehabilitasyon
Ünitelerinin işletmeleri de bu şirketlere bırakılıyor ve bu hizmetler için yüzde 70 oranında garanti veriliyor.
Sağlık Bakanı devamlı suretle biz ‘yatak doluluk garantisi vermedik diyor’ ama olayın gerçeği, en çok gelir getiren işlemler üzerinden garanti verilmiş olması.
Sağlık Bakanlığı’nın 2020 yılı bütçesine göre yaptığımız hesaplamaların sonucu şu:
Her bir şehir hastanesi için 1 yılda ödenen kira ve hizmet bedeli ile o hastaneyi yapabiliyorsunuz.
20 şehir hastanesi yapıldı ve yapılıyor; her bir hastane için en az 25 hastane parası ödersek, 25 yıl sonra 20 şehir hastanesi için en az 500 hastane parası ödemiş olacağız.
Özetle: bizler, çocuklarımız ve torunlarımız bu şehir hastaneleri üzerinden soyuluyoruz.
Gelecek nesillerin kullanacağı sağlık bütçesinin üzerine ipotek konulmuş durumda ve gelecek nesillerin sağlık bütçesini şimdiden kullanarak kısıtlıyoruz.
Gelecekte tıbbi teknoloji yenilenmesi için bütçe bulunamayacağı için de maalesef Türk Tıbbı gerileyecek, benin en büyük endişem bu…”
***
Bu konu, tam da COVID-19 salgını zamanı, tek bir yazıyla bitecek gibi basit bir olay değil.
Kısa olmak kaydıyla, (500 vuruş dolayında Word dokümanı olarak) yorum, eleştiri ve katkılarınızı beklerim.