Lafı fazla uzatmadan birkaç noktaya değinelim.
1) CHP yönetimi seçime girme kararı aldıktan sonra artık boykot tartışması bitmiştir. Öncesinde tartışılabilirdi. O kadar açık bir haksızlık ve hukuksuzluk yaşandı ki boykot ciddi olarak düşünülebilirdi.
Fakat boykot gibi bir politik karar sadece haksızlığa ve vicdansızlığa isyan duygusuyla verilemez. Boykot, duygusal değil politik bir karardır. Boykot, evde oturmak da değildir. Çok daha sert ve eylemli bir mücadele pratiği gerektirir, seçimi engellemeyi (en azından anlamsızlaştırmayı) hedefler.
Herhalde, gerek mevcut önderliğin gerekse kitlelerin böyle bir süreci kaldırıp kaldıramayacağı tartılmış ve böyle bir karar alınmıştır. Evet, bu tür keskin bir mücadele önünde sonunda gerekmeyecek midir, büyük olasılıkla gerekecektir. Ama demek ki bu mevzide ve bu yapıda değil.
Haksızlığın asıl muhatabı olan ve günün mücadele mevzisinin önderlik konumunda bulunan örgüt ve adayı seçime girme kararı aldıktan sonra boykot tartışması nesnel olarak biter. Bu noktadan sonra muhalefet saflarında boykot tartışması yapanlar ve boykot önerenler -bilinçli veya bilinçsizce- iktidar tarafına hizmet etmiş olurlar.
Yapılması gereken, bütün muhalefet odaklarının -elbette bağımsız politik konumlarını koruyarak- haksızlığa uğramış adayın seçimi kazanması için var güçleriyle çalışmasıdır. Daha ileri hedefler ancak bu mücadele içinden yeşerebilir; bu noktadan sonra evde oturmak anlamına gelecek bir boykot tutumundan değil.
2) 31 Mart seçimine katılmış olan sosyalist örgütlerin (TKP, TKH, EHP) adayları seçime
girmeyeceklerini açıkladılar; doğru tutum da buydu.
VP yönetimi ise seçime girme kararı aldı ve gerekçesi de şöyle: AKP yönetemiyor, bir seçimi bile beceremiyor, muhalefet ise ABD projesi. Yani kazanma olasılığı olan (VP adayının iki ay içinde oyunu 250 kat artırabileceği hayalini kurmadıklarını varsayıyorum) iki kesimden biri beceriksiz, diğeri ise ABD projesi. Bu iki “eleştiri” herhalde eşit ağırlıkta değil. Beceriksizlere küçük bir “beceri katkısı” yapabilirsiniz; ama ABD projesi içinde yer alınamaz.
O halde VP yönetimi neden -ABD projesini engellemenin gereği olarak- Binali Yıldırım lehine adaylıktan çekilmemiştir (gerçi bunu seçim sürecinin bir aşamasında hâlâ yapabilirler)? Tek bir nedeni var: VP yönetimi, eğer seçime girmezlerse, aldıkları 17 bin küsur (% 0,2 ama böyle bir seçimde bu bile önemli) oyun büyük çoğunluğunun -en azından mahalle baskısı nedeniyle- Ekrem İmamoğlu’na gideceğinin farkındadır ve bunu engellemeye çalışmaktadır. Yani VP yönetimi, AKP’yi desteklemenin tabanı tarafından kabul edilebilir yolunu düşünmüş ve bulmuştur. Kanımca bu kararıyla VP yönetimi gaflet ve delalet aşamalarını geçmiştir.
3) HDP yönetiminin tutumu önemlidir, çünkü bu partinin İstanbul’da % 10 civarı muhalif oyu var. AKP’nin bu geniş kitleyi kendi lehine tırtıklamaya çalışacağı, bu hedefle bazı“açılımları” gündeme sokacağı bellidir.
HDP yönetiminin bu seçimler bazında AKP ile bir pazarlığa girişeceğini sanmıyorum. Neden? Birincisi, iktidarın İstanbul’da yaptığı haksızlığın benzerleri (hatta daha da ağırları)
HDP’nin kazandığı güneydoğu il ve ilçelerinde yapılmaktadır. İkincisi, ivmesinin baş aşağı gittiği belli olan ve kendi derdine düşmüş iktidarın, hükmü olabilecek bir “Kürt masası” kurma potansiyelinin kalmadığı ortadadır. Üçüncüsü HDP -eğer niyeti buysa- ilk kez ciddi bir Türkiyelileşme ve Türkiye’nin demokratikleşme mücadelesine katkıda bulunarak ülkenin aydınlık yüzüyle barışma (elbette bunun kolay almadığı, PKK ile kalın bir ayrım çizgisi çizmek gerektirdiği bilinerek) fırsatı bulmuştur. Umarım bu fırsatlar değerlendirilir.
4) Bu bir İstanbul seçimi değil, Türkiye seçimi. Zorlu olacağı belli olan AKP’nin yıkılış sürecinin kritik bir dönemeci. Gelecek için önemli bir mevzi kazanma ve güç biriktirme olanağı. İktidar bunu bildiği için her türlü yöntemi kullanarak dalganın önüne set çekmeye çalışıyor. Fakat nafile! Siyasette en zor (hatta olanaksız da denilebilir) şey aşağıya doğru yönelen ivmenin tekrar yükseltilmesidir.
Neden zorlu bir süreç olacak diyoruz? Bunun nedeni sadece AKP-Erdoğan iktidarının her şeyi göze alarak direnecek olması değil. Bu süreci saptırmaya, el koymaya, halkın inisiyatif koymasını engellemeye çalışacak odaklar olacaktır; emperyalist projeler devreye girecektir. Başka ülkelerde yaşandı, biliyoruz. Bu tür müdahaleleri engelleyecek ve süreci emekçiler lehine yönlendirecek devrimci bir politik önderlik ihtiyacı hiç bu kadar yakıcı olmamıştı.
“Her şey çok güzel olacak” halkın içini ısıtan bir umut sloganı. Bu umuda sarılmak, parçası olmak çok önemli. Bu duyguya soğuk yaklaşanın hiçbir öncülük olanağı kalmaz. Ama her şey gibi umut da sınıfsal bir olgu. Halkın bu yakıcı umudunu kurda kuşa yedirmemek görevi ile karşı karşıyayız. Yakın bir zamanda asıl tartışma (ve çatışma) sanırım bu noktada olacak.