Kapitalist sömürgeciliğin ve emperyalizmin saldırısı altındaki toplumlarda (kısacası ezilen dünyada) çıkış yolu arayan aydınlar arasında üç farklı yaklaşıma rastlanır. 150 yıllık bir tartışmadır bu ve hâlâ tüm sıcaklığı ile devam etmektedir.
Birinci yaklaşım, sömürgecilerin dayattığı Avrupa-merkezci ideolojiye boyun eğer ve “ilerlemenin” ancak kapitalist Batı’nın önerdiği modeli takip ederek (kapitalistleşerek) gerçekleşebileceğini savunur. Bu yaklaşıma göre uygarlığın öncüsü Batı’dır ve geri kalmış (azgelişmiş) toplumlar Batı’nın lokomotifi olduğu trenin arkasına takılarak yol almalıdırlar. Bu yaklaşımın savunucularına “sömürge aydınları”, “mandacılar”, “emperyalist işbirlikçileri” gibi adlar takılmıştır. Batılı kapitalistlerle işbirliği yapan yerli burjuvazinin ihtiyaçlarını dillendiren bir yaklaşımdır bu. Sol içine de “liberal sol” diye adlandırılabilecek versiyonları ile sızmıştır.
İkinci yaklaşıma göre ise, ilk kez Avrupa’da (Batı’da) yeşermiş olan Modernite değerleri ve normları Doğu toplumlarına terstir, yabancıdır ve toptan reddedilmelidir. Gelenekte ısrar edilmeli ve o çerçevede bir “kurtuluş” ve “ilerleme” aranmalıdır. “Doğu-merkezcilik” olarak da adlandırılabilecek bu yaklaşımın belirgin niteliği Modernite karşıtlığıdır; ama ilginçtir kapitalizm karşıtlığı değil. Kırmızı çizgileri Modernite’dir, kapitalizm değil. Hem feodalizm (haraçlı) kalıntısı güçlerin hem de Batı işbirlikçiliği noktasındaki rekabette geride kalmış ama ileri atılma fırsatı kollayan yerli burjuva kesimlerin (ve bürokrasinin) ihtiyaçlarını dile getiren yaklaşımdır. Görece halkçı ve solcu versiyonları da bulunur: Gelenekçi sol, İslam sosyalizmi, ulusalcı sol gibi…
Birbirine zıt gibi gözüken bu iki yaklaşımın kritik bir ortak noktası vardır: Modernite ile Batı’yı, Modernite ile kapitalizmi eşitlemek. Dolayısıyla savundukları zaman kapitalizmi savunmakta, karşı çıktıkları zaman Modernite’ye karşı çıkmakta ve çoğu zaman ortak noktada (kapitalizm savunuculuğu ve emperyalizm işbirlikçiliği) buluşmaktadırlar.
Oysa ne Batı kapitalizmi ne de herhangi bir dinsel sistem evrenseldir. Evrensel olan sınıf mücadelesi, sınıflılıktan ve sömürüden kurtuluş çabası, özgürlük ve eşitlik özlemidir; kısacası Modernite’dir. Bütün insanlığın ortak özlemleridir bunlar. Elbette her toplum bu hedeflere kendi özgünlüğü ve birikimleri eşliğinde ulaşmaya çabalar.
Doğaüstü ve fizikötesi bir güce, diyelim tanrıya inanç, tarihin bir döneminde evrensel olabilir. Ama bu inanca dayalı olarak sistemleştirilen hiçbir din, ne Musevilik ne Hıristiyanlık ne İslamiyet ne de pagan dinler evrensel niteliğe sahiptir. Bu, onların düşünce sistemlerinin zayıflığından kaynaklanmıyor. Uygarlık sürecinin haraçlı (feodal) üretim tarzının ve dinsel düşünce biçiminin hakim olduğu döneminde, insanlığın henüz bütün toplumları kapsayacak düzeyde bütünleşememiş olmasından kaynaklanır.
İlk kez Modernite ile birlikte insanlık, bütün toplumları kapsayacak evrensel bir düşünce biçimini oluşturma yolunda adım attı. Bir Müslüman’ı Hıristiyan inançlarına, bir Hıristiyan’ı şeriat hükümlerine zorlayamazsınız. Ama insanların bireysel ve kolektif olarak kendi tarihlerini yaptıkları ilkesi, insan hakları, özgürlük, eşitlik, kardeşlik, laiklik, özgür irade, kadın hakları, bilimsel düşünce ve yöntem gibi Modernite ilkeleri evrenseldir. Hangi inançtan, hangi ulustan, hangi cinsiyetten olursa olsun, bütün insanlar için geçerlidir. “Norveçli kadının sahip olduğu haklar Türk kadınına uymaz” dediğiniz an, bunu ancak pre-modernist, gerici, dinci bir yaklaşımla savunabilirsiniz; evrensel bir yaklaşımla değil. Kopernik evren modeli bir Hıristiyan’ın inancına, Darwin-Wallace evrim kuramı bir Müslüman’ın inancına uymayabilir; ama doğaya ve maddi olgulara uygundur.
“Modernite ile evrensellik yolunda adım atıldı” diye yazdık. Sadece ilk adımdır. Modernite sürecinin, Modernite’nin evrenselleşmesinin daha çok başlarındayız. Bu da Modernite’nin burjuva yolunun (daha doğrusu Modernite’nin burjuvazi tarafından el konulmuş biçiminin), kapitalizmin, yapısal iç çelişkilerinden dolayı evrenselleşmeye engel oluşturmasından kaynaklanır. Yeni bir Modernite bu engelleri yıka yıka gelişebilir.
Bu noktada üçüncü yaklaşıma geliyoruz. Ortaçağdan, pre-Modernite’den kurtuluş ile Batı kapitalizminin dayattığı sömürgeci modeli reddiyenin bir sentezini oluşturmak. Bütün insanlığı kapsayacak emeğe dayalı yeni bir Modernite yaklaşımı. 20. yüzyılın ilk yarısında özellikle Rusya, Çin ve bir ölçüde Türkiye’de yüz milyonlarca emekçinin katılımıyla bu yaklaşımın pratiği yaşandı. Marx’ın kapitalizm eleştirilerinden ve toplum kuramından esinlenen, bunu o toplumların özgün birikimleri ile sentezleyen bu hareketlerle çok büyük kazanımlar elde edildi. Rusya, Çin ve Türkiye’nin 100 yıl önceki durumları ile bugünlerini karşılaştırdığımızda bunu anlayabiliriz. Fakat bu sürecin de henüz başlarındayız.
Kısacası burjuva modernitesinin sınırlılıkları ve çıkmazları, Modernite öncesine dönerek değil, emeğe ve doğayla uyuma dayanan çok daha kapsamlı ve evrensel ilkeler geliştiren yeni bir Modernite atılımı ile aşılabilir.