Doğanın (evrenin) bir aklı/bilinci yoktur. Bir amaç doğrultusunda devinmez. İnsan topluluklarının ve toplumlarının da aklı/bilinci yoktur. Toplumların da devinmesi, değişim ve dönüşümü bir amaç/hedef doğrultusunda değildir.

Doğanın ve toplumun nesnel yasaları (doğa ve toplum yasaları) bulunur. Doğadaki ve toplumdaki değişim ve dönüşüm bu yasalar keşfedilerek ve kavranarak anlaşılabilir. Bu keşfetme ve kavrama etkinliğine “bilimsel çalışma” denir.

Doğanın ve toplumların -doğaüstü ve toplum-üstü- bir akıl ve bilinç marifetiyle değil, nesnel yasalar doğrultusunda değişip dönüştüğü anlayışı Bilimsel Devrimin en temel ilkesi, hatta kendisidir. Bilimsel Devrim (daha genel olarak Modernite) öncesi düşünce biçimleriyle (her türden büyüsel ve dinsel düşünce biçimleri) bilimsel düşünce biçimi arasındaki temel fark budur. Bu nedenle Modernite ile başlayan sürece “bilimsel gelişme” değil, süreklilikten çok kopuşa vurgu yaparak, “bilimsel devrim” diyoruz.

İnsan bireyinin ise aklı/bilinci vardır. Bir amaç doğrultusunda hareket eder (doğanın bir parçası olarak insanın aklının/bilincinin hangi doğa yasaları sonucu oluştuğu ayrı bir konudur). İnsanın oluşturduğu her türlü kurumun da (devlet, parti vb. her türlü örgütlenme ve organizasyon) aklının/bilincinin bulunduğu söylenebilir. Örneğin, devlet yasaları ve parti yasaları (program ve tüzükleri), doğa ve toplum yasalarından farklı olarak, insanlar tarafından akıl/bilinç ile ve bir amaç doğrultusunda oluşturulur.

İnsan toplulukları ve toplumları tek tek akıllı/bilinçli bireylerden oluştukları için, toplumsal dönüşümün insan iradesinden bağımsız nesnel yasaları bulunduğu kavrayışı, yani toplum-bilim alanındaki bilimsel devrim, doğa bilimlerindeki devrime kıyasla daha geç başlamıştır (Marx’ın toplum kuramı, Tarihsel Materyalizm) ve hâlâ da tamamlandığı söylenemez. Bilimsel düşünce biçimini az-çok benimsemiş çoğu kişinin, doğaüstü söylemleri kolaylıkla reddederken, toplum-üstü akıl içeren söylemlerin (örneğin, tarihi, devletlerin, büyük bireylerin, kahramanların tarihi olarak görme yaklaşımı, çeşit çeşit komplo teorileri vb.) tuzağına yine kolaylıkla düşebilmelerinin nedeni budur.

Oysa “düz dünyacılık” ne kadar şarlatanlıksa, dünyayı 3-5 ailenin veya yüzlerce yıllık gizemli tarikatların yönlendirdiği söylemi de o kadar şarlatanlıktır. “Yaratılışçılık” veya “akıllı tasarımcılık” ne kadar bilim dışıysa, tarihi sadece, devletler arası ve devlet içi kliklerin çatışmaları olarak okumak da o kadar bilim dışıdır.

Bütün bunlar, tarihi ve toplumsal gelişmeyi “toplum-üstü akılların” belirlediğini iddia eden idealist yaklaşımlardır. Tarihi “akıl oyunları”ndan ibaret görürler; oysa o “akılları” da yaratan toplumsal gelişmenin nesnel yasalarıdır.

***

İnsanlar neden komplo teorilerine kolayca kapılabiliyorlar? (Aslında çok daha yaygın olan, tarihi üstün insanların yapıp ettiklerinden veya devletler arası çatışmalardan ibaret gören yaklaşımlar da birer komplo teorisidir.) Bunun nedeni, inançların ve daha sistematik inançlar demek olan dinlerin ortaya çıkışının nedeninden farklı değildir.

Tasarım yapabilme ve neden-sonuç ilişkisi kurabilme yetisine sahip olan insanoğlu, bu ilişkiyi tam olarak kuramadığı karmaşık olgu ve süreçlerle karşılaştığında, boşlukları doğaüstü, fizik ötesi, insanüstü ve toplum-üstü bazı güçlerle (üst-akıllarla) doldurma ve böylece neden-sonuç zincirini tamamlayıp rahatlama yoluna sapar. Büyüler, her türden inançlar, efsaneler, mitoslar, doğaüstü varlıklar, tanrılar, dinler bu yanılsamanın ürünüdürler. Bunlar, fark ettiğimiz, sonuçlarından etkilendiğimiz ama açıklayamadığımız olgu ve süreçleri açıklama, dolayısıyla hayatımızı basitleştirme işlevi görürler. Örneğin depremin nedenlerini açıklamak kolay değildir, ciddi bir bilimsel düzey gerektirir. Ama depremi, yoldan sapmış toplumlara Tanrı’nın verdiği bir ceza olarak görmek bu zorlu sorunu bir çırpıda çözüverir. Tedbir de kolaylaşır: “Sapkınları” yok etmek ve Tanrı’ya yakarmak…

Politik süreçlere ilişkin komplo teorilerinin de tıpkı böyle “basitleştirme” ve dolayısıyla hayatı “kolaylaştırma” niteliği vardır. Fransız Devrimini de, ABD’nin kuruluşunu da, dünya savaşlarını da, Nazizmi de, Ekim Devrimini de, Çin Devrimini de, kökeni bin yıllık gizli bir tarikata dayanan 3-5 ailenin marifeti olarak açıklamak ne kadar “müthiş”, ne kadar “kapsamlı” ve bir o kadar da “basit” bir teoridir! Bunca tartışmaya, analize ne gerek var; tüm meseleler tüm “berraklığıyla” gözler önüne serilmiş ve çözülüvermiştir! Marx’ın Kapital’ini, Lenin’in Emperyalizm’ini anlamak mı kolaydır, bu “tarikatçı 3-5 aile teorisini” mi? Komplo teorisi, herkesin, en cahil insanın bile “anlayabileceği” bir teoridir! Taraftar toplama gücü buradan gelir.

Tarihi üstün-insanların veya devletler arası çatışmaların yarattığı tezi de bundan farklı değildir. Tarih “büyük akıllar” arasındaki mücadeleden ibarettir. İnsanlar, toplumlar, halklar, kitleler, sınıflar vb. bu akıl savaşlarının sürdüğü sahnenin sadece figüranlarıdır.

Toplumun maddesinden (sosyo-ekonomik yapıdan) kopmuş ya da onu belirleyeceğini sanan sınıflar-üstü bir siyaset tarzı, kitle hareketinin geri çekildiği koşullarda öne çıkabilir, ama önünde sonunda olgulara ve gerçeklere toslar. “Akıllar” birbirlerine çalım atabilirler, ama toplumun maddesine çalım atamazlar. Doğrudur, politika güç meselesidir; ama o gücün esas kaynağı toplumun maddesidir. Bilinç maddeyi belirlemez; ama tersi doğrudur. Devlet toplumu yaratmaz; tersine devleti yaratan ve şekil veren toplumsal koşullardır.

***

Komplo teorileri bilim dışıdır; ama bu, komploların olmadığı anlamına gelmez. Komplo, kumpas, provokasyon, algı operasyonları ve her türden hile, politikanın devamıdır ve sınıf mücadelesinin araçlarıdır. Fakat bir komplonun başarılı olabilmesinin ölçütü toplumun nesnelliğiyle uyumlu olup olmadığıdır. Örneğin Türkiye’de çeşitli provokasyonlarla Türk-Kürt veya Alevi-Sünni çatışmaları körüklenebilir; ama Türk-Aborjin veya Müslüman-Budist çatışması körüklenemez.

***

Komplo teorileri, bilimsel düşünce mantığı işletilerek çürütülebilir. Ama mantığa değil inanca dayalı bir fikri -olgulara toslamadan önce- çürütmek deveye hendek atlatmak kadar zor olabilir. Aslında daha kolay bir yol vardır: Bir komplo teorisinin saçmalığını, aynı konuda benzer mantık zıplamalarını kullanan başka bir komplo teorisi ileri sürerek göstermek!

Örneğin aşı dayatmasının küresel ilaç tekellerinin ve kapitalist tıp baronlarının işi olduğu teorisini ele alalım.

Biri de çıkıp, aşı karşıtlığının küresel ilaç tekellerinin ve kapitalist tıp baronlarının işi olduğunu iddia edebilir. İlaç tekellerine ne gereklidir? Hasta. İnsanlar aşı olmazsa ne olur? Hasta. Hem de salgın halinde. İlaç tekellerinin arayıp da bulamadığı ortamdır bu. Demek ki aşı karşıtlığını küresel ilaç tekelleri pompalamakta, adamlarına kitap yazdırmaktadır! Doğrusu, aşı dayatması komplo teorisinden çok daha “gerçekçi” bir komplo teorisidir bu. Aşı endüstrisinin kapsamının, aşı olmadığı için hasta olanları tedavi etme endüstrisinin yanında lafı mı olur? Alternatif tıp ve “sağlıklı yaşam” endüstrilerine daha girmedik bile…

Başka bir örnek verelim:

“Yaratılış teorisi” de aslında bir komplo teorisidir. Yaratılışçılar tüm biyolojik süreçleri son derece basit ve “anlaşılır” bir biçimde açıklarlar. Her ne oluyorsa Tanrı’nın işidir! İlk canlı hücreden günümüzün karmaşık canlılarına kadar hepsini Tanrı yaratmıştır. Görüldüğü gibi bütün sorulara, hatta evrimcilerin henüz yanıt bulamadığı sorulara dahi yanıt verilmiştir!

Var mıdır bundan daha güçlü bir teori? Ne yazık ki vardır: Uzaylılar teorisi! Biri de çıkıp der ki, ilk hücreyi gezegenimize uzaylılar getirdi, sonra çekip gittiler, süreci kendi haline bıraktılar (bu teorinin, “ara ara gelip bazı müdahalelerde bulunuyorlar” versiyonu da olabilir). Üstelik uzaylılar teorisinin, evrim teorisi ile yaratılış teorisini “sentezleme” niteliği de vardır. Tanrı tartışmasını da bir çırpıda hallediverir. Müthiş bir teori!

***

Komplo teorisyenciliğine fazlaca kafayı takmanın psikiyatrik boyutunu da ele almak gerek. Ama uzmanı değiliz. Okurlarımıza “paranoid şizofreni”, “narsisizm” ve “hubris sendromu” konusunda bir araştırma yapmalarını önerelim ve sadece hubris sendromunun bazı belirtilerini sıralayalım:

- Dünyayı, güç kullanımı yoluyla kendini yücelteceği bir yer olarak görür.

- Öncelikle kişisel imajını geliştirme amaçlı hareket etme eğilimi sergiler.

- Kendisini ulus veya mensubu olduğu kuruluşla bir tutar.

- Her şeye kadir olma sanrısı.

- Kendi yargısına aşırı güvenir ve başkalarının tavsiyesi veya eleştirisini aşağılar.

- Kendisine “öteki” gelen grupları aşağılama ve hor görme eğilimi taşır.

- Diğer insanlar gibi sıradan bir mahkemeye değil, sadece tarih ya da tanrı gibi bir üst iradeye karşı hesap vereceğini düşünür. Üst iradenin yargılamasında, haklı çıkacağına dair sarsılmaz bir inancı vardır.

- Gerçeklik ile bağı kopmuştur.

- Davranışlarının sonuç ve maliyetlerinin dikkate alınmasını önlemek için, uygulamalarını ahlak, dürüstlük, inanç hakkında “geniş tasavvurlarına” dayandırır.

- Aşırı özgüveni ile işlerin ters gidebileceği düşüncesinden yoksun olması, uygunsuz politikalar oluşturmasına neden olur.

Tanıdık gelmedi mi?