Türkiye hızla bir devlet krizinin içine sürükleniyor. Erdoğan yönetimi öngörülen sınırları da zorlamaya, ihvancı bir rejim kurmaya yöneldikçe, kriz daha de derinleşecek gibi görünüyor.
Bu nedenle, CHP’li milletvekili, gazeteci Enis Berberoğlu’nun Anayasa Mahkemesi tarafından karara bağlanan davası üzerinden yürüyen tartışma, basit bir hukuk ihtilafı olmanın çok ötesinde bir derinliğe sahiptir. Eğer iktidar geri adım atmazsa bu tartışma 18 yıllık AKP iktidarının sorgulandığı bir karakter kazanmaya açık bir durumdur.
Yerel (ilk derece) mahkemesinin bir ülkede yüksek mahkeme kararlarını tanımaması, dahası iktidarın bu kararın arkasında durması her zaman siyasal oylumu da olan bir gerilim ve çatışma kaynağıdır. Anayasa Mahkemesi’nin Berberoğlu davasındaki “hak ihlali” kararını 14. Ağır Ceza Mahkemesi’nin tanımaması, islamcı hareketin hile, ideolojik iki yüzlülük ve takiyeye dayalı siyaset tarzı ile kurmaya çalıştığı rejimin sınırlarına gelindiğinin dışavurumudur.
Sonuç almak için bir “geniş çephe” perspektifine ihtiyaç var. Böyle bir cephenin adıyla sanıyla resmen kurulmasına da ihtiyaç yok. Böyle bir oluşum fiilen kurulan bir cephe ya da blok da olabilir. Yerel seçimlerde bir bakıma kendiliğinden oluşan “İstanbul ittifakı” deneyimi, böyle bir girişim için uygun bir modeldir.
İnsanlığın ilerici birikimini, başta laiklik olmak üzere Cumhuriyetin kazanımlarını, hukuk devletini, demokratik hak ve özgürlükleri savunmak veya bu hedefler için mücadele etmek “geniş cephe”nin üzerine bastığı zemini oluşturabilir. Bu bir geçiş ya da asgari eylem programıdır, başka bir şey değil. Çünkü, önce islamcı faşizan iktidarı yenilgiye uğratmak ve ondan kurtulmak gereklidir. Ötesi bahs-i diğerdir.
Yukarıda köşe taşları verilen program, en geniş güçleri bir araya getirmek için yeterlidir. Büyük yıkıma, acılara uzun süre yeniden kazanılamayacak kayıplara yol açacak bir dinci faşist diktatörlük kurulmasını önlemekten daha acil bir tarihsel görev yoktur. Bu nedenle, yukarıda ifade edilen asgari program sınıfsal değil, siyasal bir program ve zemindir.
Ancak, son çözümlemede işçi sınıfının ve emekçilerin programıdır. Çalışan sınıflar için yaşamsaldır. Unutulmamalıdır ki, kendi çıkarlarını ya da hedeflerini bütün toplumun ve halkın / ulusun geniş bir kesiminin talepleri haline getiremeyen hiç bir sınıf ve siyasal aktörün kazanması mümkün değildir.
DÜNYA BURAYA NASIL GELDİ?
Yukarıda genel hatlarıyla ortaya koyduğum aktüel durumu aklımda tutarak, somut durumun somut tahliline katkı sağlayacağını düşündüğüm bu günün dünyasını ve Türkiye’yi anlamaya yardımcı olacak tarihsel sosyolojik bir perspektif kurmayı deneyeceğim.
Başlayalım.. Dünyada ve Türkiye’deki gericileşme sürecinin hemen hemen birbirine paralel bir seyir izledğini söylemek mümkün. Ancak Türkiye bu süreçte çok özel bir yere sahip. Sosyalizmin çözülüşü ve Sosyalist Blok’un dağılmasıyla birlikte, dünya ölçeğinde izlenen neo-liberal politikalara paralel olarak, Türkiye’de de iktisadi, toplumsal ve felsefi düzeyde insanlığın ilerici birikimine, Cumhuriyet’in kazanımlarına (bu ne kadarsa) yönelik şiddetli bir saldırı ve tasfiye girişimi başladı.
Dünyadaki tarihsel büyük geriye savruluşta Türkiye tayin edici bir yere sahipti. Eğer Türkiye kazanılsaydı, yani biz devrimciler ve sosyalistler olarak başarsaydık -ki bunu yapabilirdik- dünya ve insanlık kaybetmeyecekti. Biz kazanabilirdik, ama bunu yapamadık. Yaşadığımız büyük tarihsel dönemecin anlamını kavrayamadık. Deneyimi yaşadık ama anlamını kaçırdık. Ancak, kapitalist-emperyalist blok bu durumun farkındaydı, biz değildik. Türkiye’deki 1980 askeri-faşist darbe, Batı’nın ABD önderliğinde Sosyalist Bloka, uluslararası devrimci harekete, işçi sınıfına, mazlum halklara ve elbette dünya sosyalizmine yönelik saldırısının altın vuruşlarından biriydi.
Kimseye haksızlık etmek istemem, ama küresel karşı devrim dalgasında Türkiye’nin tuttuğu yer, gerek ülkemiz gerekse dünyanın sol entellektüelleri tarafından yeterince kavranmamış, tartışılmamış ve üzerinde çalışılmamıştı.
***
Fazla spekülatif bir tez gibi gelebilir, ama Türkiye’de sol iktidarı ele geçirebilseydi, dünya ölçeğinde çözülen sosyalizm değil, kapitalist-emperyalist blok olabilirdi. Türkiye’nin kaybedilmesi, emperyalist-kapitalist sistem bakımından dünyanın kaybedilmesi anlamına gelecekti. Çünkü, Avrupa, Asya, Güney Amerika ve Afrika’da tarihsel ve siyasal insiyatif 1970’li yılların sonuna kadar uluslararası devrimci hareketteydi.
Türkiye’de bütün koşullar tarihsel bakımdan ileriye doğru toplumsal bir sıçramayı, hiç değilse iktidarın almasını denemeyi gerektiriyordu. Büyük bir kitlesel güce ulaşan, entellektüel ve ideolojik inisiyatifi elinde tutan, sokakları ve hayatın akışını kontrol eden Türkiye devrimci/sosyalist hareketi tarihin çağırısına uymadı, Uyamadı..
Daha kötüsü, Türkiye sosyalist hareketi iktidarı alacak güce, birikime ve etkinliğe sahip olduğunun farkında değildi. Bölünmüş olması solu güçten düşüren en önemli etken olmakla birlikte, bu durum bile aşılabilirdi. Derin bir önderlik sorunu yaşanıyordu. Bu boşluğun faturası çok ağır oldu.
Tarihin çağrısına uymayanlar onun cezasına razı oldu. Bu ceza, 12 Eylül 1980 darbesi ve 1990-91’de küresel ölçekte yaşanan sosyalizmin büyük çözülüşüydü. Tarihsel olarak büyük geriye savruluştu... Elbette, Sovyetler Birliği’nin de “barış içinde bir arada yaşama” siyasetini bir yana bırakması, gerekirse savaşı göze alabilmesi zorunluydu. Savunmada kalan kaybetti.
YAZININ TAMAMINI OKUMAK İÇİN TIKLAYIN