Ülkede büyük bir yalan hüküm sürüyor. Çürüme, siyasi iki yüzlülük ve sahtekarlık adeta kol geziyor. Toplum ahlaken çözülüyor. Toplum ortak iyiyi yitiriyor. Ulusu birleştiren, insanları toplum olarak bir arada tutan bütün değerler ve zeminler imha oluyor. Böylece bir birine karşıt çok ahlaklı ve nagatif anlamda çok kültürlü bir ülke oluşuyor.
Yalan ve riya adeta toplumsallaşıyor. Bu duruma büyük bir akıl tutulması eşlik ediyor. Hile, kumpas ve siyasal sahtekarlığın etkin bir araç olarak kullanılmasıyla rejimin de değiştirildiği düşünülürse eğer; yeni normalin “algı yönetimi” de denilen “yalan” olduğu ortaya çıkıyor. Ve esas olarak insanın bozulduğunu saptamak gerekiyor.
Siyasal İslamcı hareket, gerçekte gücünü önemli ölçüde yitirdiği ve en önemli güç kaynağı olan toplamsal desteği çözüldüğü halde iktidarını sürdürüyor. Bu çelişki, yozlaşmayı daha da derinleştiren bir etki yaratıyor. Dahası, İslamcı iktidar, muhalefet güçlerinin siyasal cesaret yoksunluğu, programsızlığı ve liberal bir zihin kirliliği gibi arızaları nedeniyle kolay bir iktidar dönemi sürdürüyor.
Sosyalist ve devrimci solun 40 yıldır toparlanamayışı, sürekli kendi hatalarıyla hesaplaşma saplantısı, liberalizm ile yollarını tam olarak ayıramayışı gibi nedenler, siyasal boşluğu derinleştiren, toplumsal krizi ve çürümeyi büyüten bir etki yapıyor.
Örneğin; “Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi” de denilen “şark usulü” başkanlık rejiminin başarısızlığı ve bu sistemin mimarlarının ülkeyi yönetme yeteneğinden yoksun oluşu her olayda ortaya çıkmasına karşın, AKP-MHP koalisyonu bu rejimi tahkim etmeyi sürdürüyor.
***
İktidar yalan söylemeyi, toplumu aldatmayı, her kirizi ve yenilgiyi bir zafer gibi sunmayı bir siyaset tarzı haline getirmiş bulunuyor. Toplumsal algının yönetilmesi bu bağlamda yaşamsal bir önem kazanıyor. Gerçek değil, onun nasıl algılandığı önem kazanıyor.
O nedenle islamcı iktidar, medya üzerindeki hegemonya ve baskısını her geçen gün daha da artırmaya, muhalif medya kuruluşlarını sindirmeye çalışıyor. Çünkü, siyasal muhalefet alanındaki boşluk, -tarihte kimi despotik dönemlerde de olduğu gibi- kaçınılmaz olarak bazı medya/basın kuruluşlarının, gazeteci ve aydınların öne çıkmasına yol açıyor. Dahası bu kütürel-siyasal ortam, kendi misyonlarını aşan bir rol oynamalarına neden oluyor.
Durum böyle olunca iktidar, basın ve ifade özgürlüğünü sınırlamaya ve bu amaçla yeni kurumlar ve devlet aygıtları oluşturmaya yöneliyor. Çünkü AKP iktidarı uzun süredir ülkeyi ve toplumu psikolojik harp yöntemleriyle yönetiyor.
İktidar, insan yaşamını yakından etkilemesine ve giderek bir felakete dönüşme işareti vermesine karşın, Kovid-19 salgınıyla etkin bir ekilde mücadele etmek yerine, toplumsal algıyı yönetmeyi tercih ediyor. Sağlık Bakanı yalan söylüyor. Devlet topluma yanlış bilgi vermeyi sıradan bir olay haline getiriyor. İnsan yaşamı, sırf AKP iktidarı başarısız görünecek diye “ulusal çıkar” ya da “milli sır” denilen hamasete feda ediliyor. Nedenlerin birinde “ulusal” olan diğerinde “milli” diye ifade ediliyor.
***
Bütün bu olup bitenlere karşın, “bir şey” olmuyor. İslamcı hareket hamle üstüne hamle yapıyor. Henüz yeni rejimi kurmaya gücü, bilgisi, görgüsü ve insan kaynakları yetmese bile, Cumhuriyet’i büyük ölçüde yıkmayı başaran İslamcı hareketin her hamlesi, “aman dikkat ellerine koz vermeyelim” ya da “bizi din düşmanı sanmasınlar” gibi gerçeklikten uzak bir yaklaşımla karşılanıyor. Böylece iktidar, her hemlesinde sonuç alıyor.
Sonuç olarak, zaten alabildiğine sınırlandırılmış olan legal ve demokratik siyaset alanı, anayasal hak ve örgürlükler zemini her geçen gün daha da daralıyor. Demokrasi güçleri, giderek genişlemesine ve güçlenmesine karşın, akıl dışı bir durum ve ruh haliyle sürekli geriliyor.
Oysa, Saadet Partisi’nden Marksist sola, HDP’den İyi Parti’ye kadar uzanan geniş bir muhalefet cephesi bulunuyor. Ancak, muhalefet cephesinin en büyük gücü olan CHP’nin, Cumhuriyet’in kazanımlarını savunmak konusunda dahi tereddüt etmesi, öncü ve dominant bir gücün bulunmayışı, sosyalist soldaki dağınıklık ve kafa karışıklığı gibi nedenler muhalefet cephesinin edilgen bir çizgde kalmasına yol açıyor.
Bu arada AKP iktidarı, Cumhuriyet hikayesini aşacak yeni bir başlangıç inşa etmek, yeni kurucu referanslar oluşturmak ve yeni bir kurucu ata –ki Abdülhamit en güçlü adaydı ama sanırım fiyakasını biraz bozduk- yaratmak için bir “milli başarı” peşinde koşmayı sürdürüyor. Ancak, bütün çabalarına karşın topluma anlatacak hikayesinin kalmadığını, bütün referans alanları ve tarih tezlerinin çaresiz bir zayıflık ve zavallılık içinde olduğunu gördükçe de hırçınlaşıyor.
***
Suriye’den Libya’ya, Libya’dan Azerbaycan’a kadar uzanan bütün “maceracı” girişimlerin arkasında, Cumhuriyet devrimini yaratan ulusal kurtuluş mücadelesini aşacak bir başarı öyküsü arayışı yatıyor. İşte “Yeni Osmanlıcılık” denilen doktirin bunun adı oluyor. Söz konusu bölgelerde/ülkelerde yer yer etkin rol oynaması ise, tamamıyla Cumhuriyet’in birikimlerinin üzerinde yükseliyor.
Bütün sorunları ve kusurlarına karşın, dünyanın 20 büyük ekonomisi içinde yer alan, 15 Temmuz’da hırpalanmasına karşın modern orduya sahip olan, görece güçlü sayılabilecek bir askeri-sınayi komplaks oluşturmuş bir ülkeyi yönetmenin bütün avantajlarını kullanıyor. Daha doğrusu, ulusal birikimi bir mirasyedi gibi harcıyor.
İslamcı hareket, Cumhuriyet’ten geriye kalan her şeyi “kılıç hakkı” sayıyor. İktidara gelmesinde ve orada kalmasında katkısı olan herkese bu birikimi bir ganimet gibi dağıtıyor. O nedenle yeni rejimde yolsuzlukların adı, “cihad” olarak meşrulaştırılıyor.
İslamcı iktidarın bütün derdinin rejim değişikliğini tamamlamak ve kalıcılığını sağlamak olduğu anlaşılıyor. Oysa biliyoruz ki, söz konusu hedeflerine ulaşmak için yeterli gücü bulunmuyor. Bu nedenle, dinci iktidara karşı bu güne kadar yürütülen mücadele anlayışını köklü bir şekilde gözden geçirmek gerekiyor. Değilse, toplumsal ve siyasal çürüme, bir yağ lekesi gibi solu da içine alarak genişleyecek gibi görünüyor.
*
Bu yazı ilk olarak BirGün'de yayımlanmıştır