Evde oturmanın “
Sis”li günleri, insanı
mızmız çocuklara benzetiyor biraz da. Yazmak, okumak hatta düşünmekten bile aciz “mızmızlara”… Neredeyse sürekli dert yanmakla geçiyor günlerim; “Ben mi böyleyim?” diye dertlenip dururken sevgili
Ahmet Telli’yle konuştuk telefonda. Hayır dedi, yalnızca sen değil, ben de dâhil pek çoğumuz biraz sen gibiyiz. Ama yine de “yazmayı sürdürmek gerek; yoksa kalem ağlar, bağırır, isyan eder…” Ben de “ağabey kalem mi kaldı allasen ona “klavye ağlar, bağırır, isyan eder demek daha doğru” desem de; “klavyenin ruhu yoktur, ruh kalemdedir isyan da kalemin hakkıdır, sen otur yazını yaz, yoksa kalem paslanır…” dedi haklı olarak ve o hızla kalemin, pardon klavyenin başına oturdum.
Zaman zaman içlendiğim oluyor biliyorsunuz; bizler değerlerimiz konusunda büyük hassasiyetler taşımıyoruz diye... Yahut geçmişteki edebiyat değerlerimize kapalıyız veya o ender bulunan “özgürlük savaşçılarından” kimilerini daha baştan sağcıların “insafına” terk ediyoruz… Bunu üzülerek söylüyorum ama gerçeğimiz de bu. Sözgelimi
Tevfik Fikret... Yine
Hıfzı Topuz yazmış, tam da bu uzun “Sis” içindeki gecelere uygun bir isimle; “
Elbet Sabah Olacaktır!”
Tevfik Fikret; aydınlanmanın bu eşsiz şairi, Abdülhamit’in “
İstibdat rejimine” karşı mücadelesiyle özgürlükçü, eğilip bükülmez kişiliği ile örnek ve boyun eğmeyen şiirleriyle her zaman güncel, son derece değerli bir şair ve düşünce insanı olarak, hak ettiği yerde midir sözgelimi? Günümüz şairlerine “poetik” düzeyde söyleyeceği çok şey yoksa da, titiz ve eşsiz bir biçim/biçem hakkında çok değerli katkılar yapacağı açık… Ayrıca Tevfik Fikret düzeyindeki şairler, bizim gibi durmaksızın zorlu dönemlerden geçirilen ülkelerde, durmaksızın parıldayan yıldızlardır, unutulmamalı! Onun ve onun gibi olan sayıları son derece sınırlı
edebiyattaki özgürlük savaşçılarının bükülmez kişiliklerini izleyerek çıkılabilir karanlıklardan, bu da unutulmamalı! Çünkü bizim coğrafyamızda zaman geçiyormuş gibi yapar da, hep döner aynı yere varır yine de; zamanın içinden ileriye doğru geçmeyip de, geçiyormuş gibi yapabilmeyi başaran ender milletlerdeniz ne de olsa!
Sözgelimi, Süleyman Nazif’e iç döktüğü bir mektubunda neler yazmış büyük şair, bakar mısınız?
“… En samimi arkadaşlarımın arasında, sokağa çıplak çıkmış bir adam hissiyle titriyorum; herkesin vicdanı kapalı, örtülü; yalnız ben çıplak! Herkes zamanın sahte gösterişine bürünebiliyor; herkes namuslu geçinerek alçak yaşamanın kolayını buluyor; herkes bu rezil havayı nefes alabilmek için bir çare, bir büyü buluyor.
İşte namuslu kalem, namuslu matbuat, namuslu edep… O da öldü, o da çiğnendi. Gazetesine bir jurnal basmayanlar artık gazeteci sayılmıyor. Sonra içimizde o edepsizlikleri şirretliklerinden dolayı tebrike koşacak,
‘Bir gaza ettin ki hoşnut eyledin peygamberi!’ alkışlarıyla onların bu danışıklı dövüşlerini, namussuzluğun bu zaferini alkışlayacak namuslular da var!
Herkes diyor ki: Zaman haklıdır, akıllıdır, sen budalasın! Allah aşkına siz öyle yapmayın, siz bari deyiniz ki: Sen budalasın; fakat zaman haklı, akıllı değildir.
Üzüntümün derecesini düşünemezsin kardeşim, kendimi taşlara çarpacağım geliyor. Fakat hani benim onurlu kanımla kirlenecek bir temiz taş…”
Nasıl, yukarıda söylediklerimde haklı değil miyim? Bütün anlamlarıyla böylesi bir sisin içinden geçerken Tevfik Fikret’ten öğreneceğimiz çok şey yok mu hâlâ? Şu basının, televizyonların, orada kalem oynatanların, konuşanların geldiği hal; mahpustaki gazetecilerin içine düşürüldüğü zulüm, size de tıpkı “
Sis” şiirindeki gibi; “Sarmış yine âfakını bir dûd-ı mu’annid/ Bir zulmet-i beyza ki pey-â pey mütezâyid.” (
Sarmış ufuklarını senin gene inatçı bir duman/ Beyaz bir karanlık ki, gittikçe artan…) dedirmiyor mu?
Yeni zamanın “istibdatçıları” tarafından sıklıkla övülen Abdülhamit’in zalimliği ve “istibdat rejimine” asla teslim olmayanlara uyguladığı zulüm, Tevfik Fikret’i büsbütün yalnızlaştırmıştı. Fikret’in bu “çaresizliğini” okurken gerçek aydınların bir ülke yaşamında ne denli değerli olduğunu bir kez daha acıyla duyumsuyorsunuz! Sözde bir özgürlük rejimi olarak “Meşrutiyet” ilan edildikten sonra bile, zulmün hiç hız kesmeden, özgürlükçüleri kestiğini acıyla okuyorsunuz, çünkü sözde “daha ileri özgürlüklerin” olduğunun iddia edildiği zamanlarda asıl; gerçek şairler, gazeteciler, yazarlar daha da ağırlaştırılmış bir baskının ve zulüm içinde buluyorlar kendilerini; tıpkı Fikret’in yaşadıkları gibi, tıpkı günümüzde eli kalem tutanların yaşadıkları gibi!
Hatta o günlerde O’nun böylesine yalnızlaştırılması “Tanin” gazetesinde yazan Mehmet Emin Yurdakul’u da isyan ettiriyor, şöyle haykırıyor şair; “
Bugün de mi düşünceye, ağızlara kelepçe\ Bugün de mi hürriyete, adalete işkence\ Bugün de mi eli kalem tutanlara zindan\ Demek millet bugün bile keyfe kurban olacak…” Yazık ki millet hâlâ zalimlerin keyfine kurban bir hayat sürmekte ama acı ki bu hayatı “ileri özgürlük” sanmakta…
Bu hafta bu kadar, belki önümüzdeki haftalarda devam ederiz Fikret’i konuşmaya. Fakat sizlere önerim bu günden başlayarak; “
Özgürlük Şairi Tevfik Fikret’in Romanı”nı,
Refik Durbaş’ın Türkçeleştirdiği ve “
Kırmızı” yayınlarından çıkan şiirleriyle destekleyerek okumak; inanın, iyi gelecek!