Tarih sevdiğinizi ummak istiyorum, çünkü kimi tarihsel noktalara hızla girip çıkacağım. Biraz eskilere gidip, “ilk küresel devrim” diyebileceğimiz “din tarım devleti” süreci ve onun ideolojisi olan “tek tanrılı dünyanın” acılarından söz edip, hızlıca günümüze dönmeye çalışacağım. Çünkü günümüzdeki pek çok acının, baskının kaynağında da yine o ilk küresel devrimin izleri olduğuna inanıyorum.
Edebiyat ve Özgürlük denilince… Özgürlük bilincinin oluştuğu ilk günden bugüne, bedelinin de ağır olduğunu söylemeye bilmem ki gerek var mı? Bunun için “Edebiyat ve Özgürlük” sözcüklerinin karşısına konulabilecek biricik sözcük Bedeldir. Özgürlük, günümüzde de bedeller ödenerek sahip olunan bir yaşama biçimi ve doğal olarak özgürlüğü çağıran her söz, yazı, oyun, sesleniş ve şiir de, bu bedel ödemenin araçlarına dönüşmüş durumda. Halâ çok ağır bedeller ödeniyor. Sanatçıları mahpusta, ölüm tehdidi altında, softaların taş yağmuru altında ve nihayet idam sehpasında olan bir geniş coğrafyanın ve kültürün insanları olarak; bu bedeli en çok da bizim bilincimizi oluşturan öncü edebiyatçılar/sanatçılar ödediler. Ve halâ ödüyoruz da…
Söz gelimi geçmiş zamanlarda uğrunda insanların katledildiği “kutsal metinler” (Zebur) için, günümüzde “İsrailoğulları şiir geleneğinin en seçkin örnekleri”dir, diye yazılıyor artık Kitabı Mukaddesi’in arka sayfasında… O kutsal metinlerin karşısında konumlanarak özgürlük arayan kaç insan, acılar çektirilerek katledildi, bunu biliyor muyuz? Ve şu an ki kutsiyetlerin iki yüz yıl sonra da var olacağını kim söyleyebilir? Ama şunu rahatlıkla söylenebiliriz; insanlığın binlerce yıldır biriktirdiği onur ve direnişinden yana olan edebiyat kalacaktır. İnsanın özgürlük ve isyan duygusu kalacaktır. Öyleyse bizden öncekilerden devraldığımız ve sürdürdüğümüz özgürlük edebiyatı, yüzlerce yıl sonra da varlığını sürdürecektir!
İdeolojisi tek tanrılı dinler olan tarım devrimi; dünyanın ilk küresel devrimi olarak filizleniyor ve insanın özgürleşmesi isteğinin ve sürecinin bir ürünü olarak o günün yaşamında karşılık buluyordu. Sonra çiftçi Kabil, hayvancılıkla uğraşan ikiz kardeşi Habil’i, üstelik de Tanrı’nın neredeyse gözlerine bakarak katlediyordu… Bu süreç şüphesiz ki uzun zamanlar boyunca devam etti. İnsanın ve aklın özgürleşmesi yahut tanrıya mutlak itaat arasında, denebilirse binlerce yıl geçti.
Ve zaman, ortaklaşmacı ve sosyal adaletçi düşüncenin (ilk) ilkel babası sayılabilecek Mazdek’e ulandı. Yıl 440’lardı ve sahnede bir şair, bir filozof, bir mücadele insanı; Mazdek! Yiğit bir adam, Sasani İmparatorlarına başkaldırmış ve şöyle söylüyordu: “Herkes yaratanın kulu ve Hazreti Adem’in çoğuysa eğer; hiç kimseye yiyecek parası için eziyet edilemez/ Zenginlikler, para ve altın meliklerin değil halkındır/ bütün insanların durumu muhakkak eşit olmalıdır!” bu söylemlerle insanları kavgaya, isyana, özgürlüklerini almaya çağırıyordu...
Dönemi için, hatta 21. yüz yıldaki dünyamız için de eşsiz ve kuşatıcı sözlerdi bunlar, çünkü temelde özgürlük vaz ediyordu. Ve bu özgürlükçü görüşlerinin bedelini, bin bir hile ile davet edildiği 1. Kavat’ın oğlu Sasani Melik’i Nurşivan’ın sarayında, yoldaşlarıyla birlikte bedenleri toprağa gömülerek, başları atlara ezdirilmek sureti ile ödedi Mazdek. Tarih 499’u gösteriyordu. Hemen ardından mücadele bayrağını devralan karısı Hürrem Bint-i Kade’nin şiirleri günümüze ulaşmasa da, bir şair olduğu biliniyor. O da bu isyan ve özgürlük bayrağını onlarca yıl dalgalandırmıştı!
Ve 600’lü yıllardan itibaren İslam; ideolojisi tek tanrılı dinler olan küresel tarım devrimi sürecini Mekke oligarşisi ile anlaşarak sürdürüyordu… İktidarının güçlendiği yerden başlayarak, özgürlükler fikrine karşı tahammülsüzleşmiş ve “özgürlük fikri” Arabistan’ın pek çok kabilesinde alevlenmişti. 620’lerde Ka’b bin Eşref, haksızlıklara karşı özgürlük bayrağı açmış ve bedelini kızgın çöle çırılçıplak bağlanarak, açlık, susuzluk ve çöl kartallarının sayalarındaki eti ile ödemişti…
Ve ardından Zül Rumma, 730’larda; “Bütün giysiler arasında/ Peçedir en kahrolası/ Hem güzellikleri gizler/ Hem kışkırtır gençleri/ Örttüğü kötü kişiler/ İçimize fitne sokar/ Allah kahretsin peçeyi…” dediği ve temelde özgürlüğü aradığı için, taşlanarak öldürülecekti.
Ve tarihin Arabistan ve Azerbaycan’da Abbasi ordularının zulmünü yazdığı yıllarda bir dilaver çıktı yine o topraklardan; adı Babek’ti. 23 yıl süren eşsiz özgürlük mücadelesi de yine Bağdat Sarayındaki bir kanlı zalimin buyruğuyla son buldu. Babek’ten geriye büyük bir özgürlük mücadelesi, cesaret ve çoğu unutturulmuş büyülü sözler ve ortaklaşmacı bir akıl kaldı.
Ve Babek İsyanı yenilgiye uğratıldıktan, 80.000 insan kılıçtan geçirildikten sonra, binlerce esir kadın, yaşlı ve çocukla birlikte; bir devenin üstüne zincirli halde Bağdat Sarayı’na getirilen Babek ile o dönemin en kanlı sultanı Mutasım’ın karşılaşmasın Nizamül Mülk, Siyasetnâme adlı yapıtında şöyle aktarıyordu: “… Babek cevap vermedi. Mutasım, el ve ayaklarının kesilmesini emretti. Elinin biri kesilince diğer eliyle kesilen elinden kanı alıp yüzüne kıpkırmızı yaptı. Mutasım; ey k… yine ne hileler düşünüyorsun, dedi. Babek, hiçbir şey yok, dedi. Mutasım; ne söylediğini anlayamıyorum, dedi. Babek; benim el ve ayaklarımı keseceğinizi biliyorum. Kanım aktıkça yüzüm sararacak, yüzümü görenler korkudan sararmış sanmasın diye bunu yaptım, dedi. Mutasım; boynuzları üzerinde yüzülmüş bir sığır derisi getirmelerini, Babek’i iki boyunuzun iki kulağa gelecek şekilde içine koyup dikmelerini emretti. Bu postu darağacına astılar, deri kuruduğu halde yaşadığını gördüler, nihayet acılar içinde öldü…”
Benim aynı adlı destanımın son şiiri ve Babek’in yaşamının da sonu şöyle şiirleşiyor:
“Ve sol kol düştü yere, sarsıldı dünya sarardı zalim korktu Mutasım/ o son kez bakarken dağlara, dedi usulca;
İnsan benzi kandadır, kandandır yürüyen ayak/ benim el ve ayaklarımı keseceksiniz, kanım akınca benzim solacak/ akan kandan solduğumu bilsin yoldaşlarım/ bilsin yoldaşlarım, bir payızdır Babek sararır/ ama sararmaz dağlarımın ardında yakılan ateş/ dağlarımın ardında söylenen türkü susmaz” /sabahtı, ölüm kuşu uçtu uçacaktı/ dağların arasın ve isyanın üzerinden…”
Fakat geniş coğrafyamızda özgürlük fikri ve ateşi hiçbir zaman sönmedi. Aklın özgürleşmesinden, insanın özgürleşmesinden yana şairler, edep ve mücadele insanları her zaman bedeller ödeyerek, sözlerini söylemeyi sürdürdüler.
*4. İzmir Edebiyat Festival’i kapsamında yaptığım konuşmanın tam metnidir ve önümüzdeki hafta devam edecektir.