"Artık devlet AKP’nin, Cumhuriyet ise halkındır. Tarihsel görev ise cumhuriyeti laik, demokratik ve devrimci temellerde yeniden kurmaktır. Devrimci demokratik bir cumhuriyet için yürütülecek mücadele, güncel bakımdan solu kitlelerle yeniden buluşturacak, tarihsel bakımdan ise gerçekçi bir geçiş programı olacaktır. Ülkeyi toplumcu bir cumhuriyete taşıyacak yol da budur."

Cumhuriyetin 98. yılında tarihsel bir ara bilanço çıkarmayı denemekte yarar var. Gerçeği bağlamından koparmadan, olguları “ideolojik” doğrularımıza ve önyargılarımıza kurban etmeyeceğimiz, soğukkanlı bir değerlendirme her bakımdan iyi olacaktır. Kuşkusuz böyle bir konuyu ele almak, daha kapsamlı bir çalışmayı gerektiriyor. Köşe yazısı sınırlarını sürekli zorladığım bir gazete makalesine sığdırılabilir mi, emin değilim. Ama temel çizgileriyle konu tartışılabilir diye düşünüyorum. Deneyeceğim. Bu hafta sonu İzmir’deydim, bu yazıyı -nasıl demeli- Cumhuriyet’e sadakatını koruyan bir kentte kaleme aldım. Ancak, ülkeye bu kentten baktığımda da gördüğüm tablo pek değişmiyor. Toplum, şizoid bir yarılma yaşıyor. Ülke, kişilik bölünmesinin derinleştiği, ruhunun parçalandığı şiddetli bir gerilim ortamından geçiyor. Cumhuriyet kutlamaları bu yarılmayı daha belirgin hale getiriyor.

TOPLUM HASTALANIYOR

Ülke tam anlamıyla bir riya, iki yüzlülük ve ihanet çemberi içine sıkışmış durumda. Toplumun ahlakı bozuluyor. Böyle bir ortamda gerçek bir Cumhuriyet kutlaması bile yapılamıyor. Halk kitlesel ve coşkulu kutlamalar yaparken, devlet yasak savma kabilinden ruhsuz törenlerle bayramı geçiştiriyor. Cumhuriyet’in birikimi ve tarihsel kazanımlarına düşman bir iktidar altında başka türlüsü olmuyor. İslamcı iktidar, bir uzlaşma zemini yaratarak, dinci (hadi dindar diyelim) kesimlerle Cumhuriyet’i barıştırma şansını da kaçırıyor. Tam tersine bitmeyen bir kinle saldırgan bir çizgi izliyor. Böylece sistem içindeki meşruiyet alanını genişletme ve ülke geleceğinde etkin bir rol oynama fırsatını da harcıyor. Bu tuhaf günlerde insanlar, sanki her an kötü bir şey olacakmış tedirginliğinde yaşıyor. Bu durum, Ergin Yıldızoğlu’nun isabetle saptadığı gibi, giderek toplumsal bir anksiyeteye dönüşüyor. Tedirginlik, yıkıcı bir kollektif bir panik atağa yol açma potansiyelini içinde taşıyor. Toplum adeta hastalanıyor. Bu durumun daha fazla sürdürülmesi mümkün görünmüyor. Toplum, tarihsel bir hesaplaşmanın yaşanacağı bir kavşağa doğru sürükleniyor. Şimdi soru şu oluyor; laik Cumhuriyet, 70 yıla yayılan uzun ve sancılı bir sürecin sonunda nasıl oldu da böyle bir çatala geldi? Bakıyoruz…

LİBERAL İDEOLOJİK HİLE

AKP, Batı ve ABD ile çatışarak iktidar olamayacağını gören, bu nedenle emperyalizmle yüz kızartıcı bir işbirliği yapmaya karar veren islamcıların partisidir. AKP’yi kuran kadronun, görece daha otantik bir islamcılığı temsil eden Necmettin Erbakan’ın Milli Görüş hareketinden ayrılmasının nedeni budur. AKP’nin başarısı ise, kurulu düzene yönelik gerici eleştirileri demokratik bir itiraz gibi sunmasında yatıyordu. Solun, tarihsel bakımdan ilerici, siyasal ve kategorik bakımdan devrimci Cumhuriyet eleştirisi ile islamcıların tarihsel bakımdan gerici, siyasal ve kategorik bakımdan ise karşı devrimci itirazı bir ve aynı şey gibi sunuldu. Bu liberal ideolojik hile sonucu, “vesayet rejimi” yıkılarak islamcılarla birlikte demokratik ve özgürlükçü bir gelecek kurulabileceği bile ileri sürüldü. Solun güç açığının, AB sopası ve dinci hareketle doldurulabileceği gibi ahmakça bir kanıya kapılanların sayısı hiç az değildi. Medreseliler, mekteplilerin aklıyla alay ediyordu. Yaratılan yanılsama, islamcıların kurduğu bir tuzaktı. Ancak, bu pusuya solun ve toplumun düşürülmesi, esas olarak liberallerin (özellikle sol liberallerin) paha biçilmez katkısıyla gerçekleşti. Çünkü, entelektüel ve siyasal ortam liberaller tarafından öyle terörize edilmişti ki, solun önemli bir kesimi islamcı harekete ve gericiliğe yönelik yüz yıllık eleştirilerini geri çekmek zorunda kalmıştı. Daha kötüsü, bu durum, toplumun direniş refleksinin kırılmasına da yol açmıştı.

SOLUNU BOĞAN CUMHURİYET

Cumhuriyetin soluna kapalı (cici demokrasi) yapısının da, kendisinin tasfiye edilme sürecinde önemli bir rol oynadığı kesindir. Sol korkusu nedeniyle tarihsel ve kategorik bakımdan bir önceki çağa ait sınıflar, güçler ve ideolojiler (din) ile yeniden ittifak içine girerek kendi solunu tasfiye eden Cumhuriyet bürokrasisi ve burjuvazisinin bu korkusu, onların sonunu hazırladı. Yalçın Küçük’ün deyimiyle, cumhuriyet bürokrasisi ve burjuvazisi kendisini zehirledi. Bu anlamda Türkiye Soğuk Savaş kurbanı bir ülkedir. Ankara, NATO’ya girdikten sonra Sovyetler Birliği ve Sosyalist Bloka karşı ABD ve Batılı ortaklarının uyguladığı Yeşil Kuşak projesinin üssü haline geldi. Türkiye, NATO’nun Dolaylı Saldırı Doktrini’nin hayata geçirildiği ilk cephe ülkesiydi. Dolaylı Saldırı Doktrini, esas olarak iki blok arasındaki nükleer silah dengesi nedeniyle doğrudan bir savaşın yapılamayacağı varsayımına dayanır. NATO’ya göre kapitalist ülkelerdeki sosyalist partiler, sol gruplar, devrimci gençlik örgütleri, sendikalar vb. Sovyetler Birliğinin yönlendirmesiyle dolaylı bir savaş yürütmektedir. O halde adı geçen kesimler yurttaş değil, düşmandır. Bu durumda onlara karşı “düşman hukuku” uygulanmalı, yasalarla sınırlandırılmamış örtülü bir “gayri nizami harp” yürütülmelidir. İşte Gladyo ya da Kontrgerilla gibi isimler alan, NATO ülkelerindeki yasadışı örgütlenmenin kuruluşu bu siyasal değerlendirmeye dayanır. Sovyetler Birliği’nden gelecek bir açık işgal girişimi halinde, “karşı gerilla” savaşı yürütme hazırlığı ise, “derin devlet” de denilen yapılanmanın resmi ama gerçekte ikincil gerekçesidir. Asıl hedef “iç düşman” olarak belirlenen sol ve devrimci güçlerdir. Bu doktrin, Cumhuriyetin kurucu güçlerinin bir kesiminin, solun yükselişini önlemek için islamcılarla işbirliği yapmalarının, ırkçı milliyetçiliği güçlendirmelerinin, faşist operasyon örgütleri oluşturmalarının da gerekçesini oluşturdu. Bu bağlamda siyasal islamcılık bir Soğuk Savaş dönemi ürünü ve emperyalizmin çocuğudur. YAZININ TAMAMI İÇİN TIKLAYIN