Erdoğan-AKP yönetiminin 15-20 Temmuz 2016 darbesinin ardından hızlandırdığı dinci-faşizan bir rejim kurma sürecinin en önemli hamlelerinden biri de, İslamcı hareketin “ideolojik” hedeflerinden biri olan Ayasofya’nın yeniden cami olarak ibadete açılmasıydı. Nitekim, Cumhuriyetin kurucu kadrosu tarafından hümanist bir anlayışla müze haline getirilen Ayasofya, 10 Temmuz 2020 tarihli Danıştay kararıyla, Osmanlı-Ortaçağ hukuku Cumhuriyet hukukunun önüne geçirilerek yeniden cami yapıldı. Üstelik, 24 Temmuz fiili açılış gününde kılınan cuma namazı sırasında, Diyanet İşleri Başkanı Ali Erbaş tarafından Mustafa Kemal’e lanet okundu. AKP lideri Tayyip Erdoğan ile TSK komuta kademesinin önünde, rövanşist bir gövde gösterisiyle birlikte yapıldı bu iş.
Namaza, Türkiye’nin birçok bölgesinden turlar düzenlenerek, insanlar otobüslerle taşınarak, Ayasofya’nın açılışı mümkün olduğu kadar görkemli şekilde yapılmaya çalışıldı. Bütün tarihak ve cemaatler akın etti. Ancak, bütün çabalara karşın, istenilen düzeyde bir kalabalık toplanamadı. Hedef bir milyon civarındaydı, 200-250 binde kaldı. Toplanan kalabalık daha birkaç yıl önce AKP’nin yaptığı bazı İstanbul mitinglerinin bile gerisindeydi.
Ancak, yine de belli bir kalabalık vardı. Açılış töreni, Cumhuriyetin bütün ilerici değerleriyle, laiklikle, yurttaşlık hukukuyla bir heplaşma ve reddiye törenine çevrildi. Oysa, Erdoğan-AKP iktidarı, bu açılışı pekâlâ sessiz sedasız, milleti bölmeden, kin ve düşmanlık zihniyetinin dışında bir yaklaşımla da yapabilirdi. Ancak, çıplak gözle bile görülebileceği gibi, amaç ibadet değil, siyasetti. Gel gelelim, bu hedefe de pek ulaşılamadı.
Diğer yandan; TSK komuta kademesinin, siyasal islamcı bir gösteriye dönüşen, hilafet sloganlarının atıldığı bu açılışa katılması, namazda Erdoğan’ın arkasında saf tutması tarihsel bir kırılma noktasıydı. Bunun anlamı şuydu; TSK –daha çok üst komuta kedemisi- artık Cumhuriyetin ordusu olmaktan çıkmış, AKP iktidarının kurduğu, Necip Fazılcı “Başyücelik Devleti” diye ifade edebileceğimiz bir rejimin “muhafız gücü” haline gelmişti. Bu bakımdan Ayasofya’nın ana bölümünün yeniden cami yapılarak ibadete açılması, rejimin islamo-faşist dönüşümünün simgesel önemdeki kilometre taşlarından biriydi. Açılışta bir anlamda Cumhuriyetin “cenaze namazı” kılınmıştı.
★ ★ ★
Daha önceki yazılarımda da ifade ettim, Ayasofya’nın yeniden cami yapılma sürecinin arkasında başka bir olgu daha vardı; Erdoğan yönetimi doğrudan adım atmaktan ve hukuki sorumluluk almaktan kaçınmış ve yüksek mahkeme (Danıştay) kararının arkasına saklanmayı tercih etmişti. Çünkü, iktidar zeminin kaydıgı bir dönemde, kitle tabanının şeriatçı çekirdeğe doğru daraldığı ve bu nedenle kendi siyasal-ideolojik hedeflerini gerçekleştirmek için çok az zamanlarının kaldığı bir döneme girilmişti. Bu durumu kendileri de hissediyor, hatta biliyordu. Böyle acele edilmesinin bir nedeni de buydu.
Diğer bir anlatımla, Ayasofya’nın apar-topar açılması ve bu adımın Cumhuriyete meydan okunarak atılması, AKP iktidarının sanıldığından daha zayıf olduğuna işaret ediyordu.
Ayasofya Müzesi’nin camiye dönüştürülmesinin basit ve sembolik bir gelişme olmadığı yönündeki öngörümüz de doğru çıktı. Dinci oligarşi, rövanşist bir gösteriyle Cumhuriyete, onun ilerici ve demokratik bütün birikimine ve çağdaş değerlere açıkça saldırdı.
İnanç üzerinden siyaset yapmak asıl mücadele yöntemi haline getirildi. İnsanlar inançları, dinsel mensubiyetleri üzerinden tanıplanıp değerlendirilmeye, modern sosyolojik ölçütler bir yana bırakılmaya başlandı. Öyle ki, Erdoğan-AKP iktidarının Ayasofya’yı ibadete açmasını toplumun ancak yüzde 8 ila 12 arasında olduğu tahmin edilen bir kesimi tarafından desteklendiği tahmin ediliyordu. Kamuoyu araştırmalarının ortaya koyduğu bu oran, Ayasofya’nın yeniden cami yapılmasının şeriatçı azınlığın istemi olduğu tezini destekliyordu.
★ ★ ★
Yaşananlar, hiç kuşkusuz 200 yıllık Osmanlı-Türk modernleşme süreci ve tarihinde, yeni ve sert bir kırılmaya işaret ediyor. Erdoğan-AKP yönetimi, her krizi fırsata çevirme anlayışıyla toplumu germe, böylece tabanını karşıtlıklar üzerinden konsolide etme tutumunu sürdürüyor. Ülkeyi bir oldu bitti ile karşı karşıya getirerek, demokratik yollardan iktidarı bırakmaya niyetinin olmadığını da ortaya koyuyor. Bu tutumun Türkiye’yi bir iç savaşa sürükleme potansiyelini içinde taşıdığı açıkça görülüyor.
Diğer taraftan, AKP iktidarı ve Tayyip Erdoğan hızla yalnızlaşıyor. ABD ve Batı, AKP iktidarını gözden çıkarmış görünüyor. AKP liderliği öngörülemez, iki yüzlü ve güvenilemez bir kadro olarak görülüyor. Bütün kirli işlerini gördürdükleri bu işbirlikçi kadronun, orada kalmadığı ve kendi dinci programını uygulamak için hizadan çıktığı düşünülüyor. İstanbul burjuvazisinin de başlangıçta uzlaştığı ve bütün ayıplı işlerini yaptırdığı AKP’yi, aynı nedenle artık terk ettiği anlaşılıyor.
Uzunca bir süre emperyalizm, küresel sermaye ve Türkiye büyük burjuvazisi için kullanışlı araç olarak işlev gören AKP’nin, artık bu konumunu da kaybettiğini saptamak gerekiyor. Kaldı ki, İslamcı hareket sadece Türkiye’de değil, küresel ölçekte de büyük ve yüz kızartıcı bir yenilgi, dahası derin bir iflas yaşıyor. Özellikle, emperyalizm ve küresel gericiliğin Suriye’de uğradığı ağır yenilgi, AKP’yi iktidara taşıyan bölge jeopolitiğinin de köklü bir şekilde değişmesi anlamına geliyor. Türkiye’nin “model ülke” olarak merkezinde yer aldığı küresel stratejik bir siyaset planlaması olarak “ılımlı İslam” doktirini ve Büyük Ortadoğu Projesi’nin başarısızlığı, sadece bölge ölçeğinde değil, küresel düzeyde de ciddi sonuçlar yaratıyor.
YAZININ TAMAMINI OKUMAK İÇİN TIKLAYIN