Sol Parti’nin Denizlerin idam yıldönümü vesilesiyle başlattığı, ama basit bir yıl dönümü anmasının çok ötesine geçen önemli bir etkinlik olarak gördüğüm “Tam Bağımsız Türkiye için Bağımsızlık Konferansı” çerçevesinde davet edilen konuşmacılardan biri de bendim. Bu konferans iki bakımdan önemlidir. Birincisi; devrimci ve sosyalist hareketin liberalizmin bozucu etkisiyle anti-emperyalist niteliğinin silikleştiği bir dönemin ardından yapılmasıdır. İkincisi ise; kendi devrimci referans alanlarına dönüş ve ideolojik-politik kimliğinin belirleyici köşe taşlarından birinin yeniden üretilmesi girişimidir. En azından etkinliği ben böyle değerlendiriyorum.
Bu nedenle, değerli arkadaşımız Barış İnce’nin konferans sırasında sorduğu soruları yanıtlarken söylediklerimi, bu haftaki yazımda farklı boyutlarıyla kez daha ele alıp kayıtlara geçirmek istedim. Daha önce de çeşitli çalışmalarımda üzerinde önemle durduğum bu konuyu, yani solun anti-emperyalizm konusundaki tutumu sorunsalını; yurtseverlik, ulusalcılık ve milliyetçilik kavramları bağlamında ele almanın iyi olacağını düşünüyorum. Çünkü bu kavramlar üzerinden solda büyük zihin kirlenmesi yaratıldı.
Bugün yurtseverlik, ulusalcılık ve milliyetçilik gibi birbirinden farklı anlamlara ve oyluma sahip kavramlar uzunca süre liberaller tarafından hem bir akım hem de bir politik tutum olarak bir ve aynı anlamda ele alındı. Oysa ulusalcılık, milliyetçilik sözcüğünün Türkçesi olmanın ötesinde bir anlamla yüklüydü. Görece yeni bir kavram olmasına karşın –konuyu aşağıda açacağım- ulusalcılık, milliyetçilik ile bir aynı şey sayıldı. Dahası anti-emperyalizm kavramı ve tutumu ile kasıtlı olarak karıştırıldı.
Bu sadece "cehaletle" açıklanamayacak basit bir tutum değil. Çünkü son 15-20 yıldır durum öyle bir hal aldı ki, emperyalizme karşı olmak, liberaller ve liberalizmin etkisi altındaki sol çevreler tarafından adeta "ayıp" sayıldı. Öyle ki sol ve devrimci bir kavram olan “yurtseverlik” de neredeyse milliyetçilikle eşitlendi. Bu yaklaşımın küreselleşmecilik, Antonio Negrici “sol küreselleşmecilik”, postmodernist gericilikle yakın bir ilgisinin olduğu açıktır. Esas olarak liberalizmin sosyalist harekette yol açtığı yıkıcı etkiyle ortaya çıktığını saptamak lazımdır.
Şimdi milliyetçilik, ulusalcılık ve yurtseverlik kavramları üzerinden bağımsızlıkçılık ve anti-emperyalist tutumu irdeleyelim.
Kurucu milliyetçilik
Türkiye'nin modern tarihinde bir ideolojik akım ve bir siyasal hareket olarak milliyetçiliğin izi sürüldüğünde bile, birbirinden hayli farklı akımlarla karşılaşılır. Bu farklı milliyetçilik anlayışlarının hem birbiriyle örtüşen ortak alanları hem de bir birinden uzaklaşan farklı uçları vardır. Şimdi öncelikle bu farklı milliyetçilik ekollerine güncellikle ilişkilendirerek biraz daha yakından bakalım.
Bir cumhuriyet ideolojisi şeklinde gelişen batıcı Türk milliyetçiliği, "200 yıllık geri kalmışlık" kompleksinin (aşağılık duygusunun) aşıldığı iddiasına dayanır. Bu zihniyet dünyası, Batılı olmayı çağdaşlaşma ve ilerleme olarak anlamakta, dolayısıyla milliyetçiliği yerel ölçeklerin üzerine çıkarak evrensel düzeyde yeniden kurmaya çalışmaktadır. Batılı bir eğitimden geçmiş, görece modern bir estetik anlayışına sahip ilk kuşak, cumhuriyetçi seçkinlerin temsil ettiği bu orta ve üst sınıf kültürüdür.
Ancak bu orta ve üst sınıf kültüründe, kapitalistleşme sürecinin derinleşmesiyle paradoksal olarak (özellikle 1980'lerden itibaren) gelişen siyasal gericilik, derin bir çözülmeye yol açtı.
Yeni burjuvalaşan kesimler, taşra sermayesinin yükselmesi ve bir ara tabakanın oluşması, sınıflar arasındaki kültürel geçişkenliği de beraberinde getirdi. Bu ara tabaka, yeni sınıfsal konumuna uygun olarak bir yandan Batı kültürüyle buluşmaya çalışmakta, ama diğer yandan da taşraya ait değer yargılarından, zevklerinden ve davranış kalıplarından da kopamıyordu. Taşra sadece siyasal olarak değil, kültürel olarak da kuşatıcı bir karakter kazanıyordu. Ve fakat bu kuşatma sürecinde kendisi de dönüşüme uğrayacaktı.
Yazının devamını okumak için
tıklayın.