Bir kelebeğin ömrü kadar bir haberin gündemde kalma süresi. Ne mutlu ki insana unutuyor- unutabiliyor. Aksi halde yaşamak ne mümkündü. Lakin unutmanın insanı hayatta tutması kimi zaman iyimser bir yorum olarak da kalabiliyor. İçinde bulunduğumuz durum tam olarak unutmak mı unutmuş gibi yapmak mı, siz karar verin. Hadi işin içine biraz kara mizah katalım; bilinir bir İstanbullunun unutmak sanatında ne kadar usta olduğu… Zira İstanbul’da hayatta kalmak daima zordur. Hafızanızı ve sabrınızı habire sıfırlamanız gerekir. Aksi halde bu şehrin koşturmacası bir girdaba dönüşür ve sizi yutuverir. Tevekkeli değil arabesk filmlerde başrolün İstanbul’a manidar meydan okumaları. En büyük mücadelemiz büyük şehirde yutulmamak. İstanbul’da ayakta kalmak yerini hayatta kalmaya bırakalı epey oldu. İstanbul en az 20 yıldır (1999’dan bu yana) bir kader çarkının üstünde dönüveriyor. En sık duyduğumuz cümleleri hatırlayın: “Her an büyük bir felaket yaşanabilir. 7 üzeri olacağı kesin bir deprem şu semtler başta olmak üzere şehri üstümüze yıkacak. Falan semtler 1. Bölge, filan semtler 2. Bölge… Müteahhitler dünya para istiyor. Bizim bina yeni ama deprem yönetmeliğine göre mi acaba? Hayır efendim sizin 2007 yönetmeliğine göre esas 2019 yönetmeliğine göre olmalı. Neee bitişik nizam mı, çook tehlikeli. Yeni faylar varmış haberiniz var mı? Denizaltı etkisi deprem üretir mı? Efendim zaman kalmadı. Ben olsam İstanbul’dan kaçardım. Şehir merkezinden uzaklaşın…” Sizce rüyasında deprem görmeyen bir kişi dahi kalmış mıdır memleketimizde? Her an ve her an maruz kaldığımız ve kalmaya devam edeceğimiz bu travmaya ruhumuz ve bedenimiz ne kadar dayanacak? Seçim gündemi şimdilik rol çaldı depremden. Ancak biz bu sinsi sessizliğin hayra alamet olmadığını biliyoruz. Sahi biz İstanbul’da neyi bekliyoruz? Bir kurtarıcı mı bir mucize mi? Filmin en korkunç sahnesinde elleriyle yüzünü kapatan bir çocuk gibiyiz. Fakat maalesef ekrandaki dehşet verici gerçek değişmiyor. En temel ihtiyacımız; güvenlik duygumuz ağır tehdit altında. Hatırlar mısınız geçen yıl izlenme rekorları kıran bir film vardı: Don’t Look Up (Yukarı Bakma). Dünyayı yok edecek bir kuyruklu yıldızın hızla gezegenimize yaklaştığını tespit eden iki bilim insanının medya aracılığıyla halkı uyarmaya çalışırken başlarına gelenleri anlatıyordu. Filmde maalesef mutlu son yok. Ama tanıdık karakterler var. Mesela dünya boşluktaki ömrünü tamamlarken hala kuyruklu yıldıza inanmayan yüzbinlerce insan vardı. Bir felaket karşısında sığındığımız en baba duygu: İnkâr. Zira ortada bizi felaketten koruyacak başka bir ‘baba’ (ya da anne) yokken olanca çaresizliğimizle ve en çocuksu halimizle inkâr ederiz. Böyle bir araştırma var mı bilmiyorum; ama yapılsa ne güzel olur. Soru şu olsun mesela: İstanbul’da yıkıcı bir deprem olacağına inanıyor musunuz? Sizce ‘hayır’ cevabının oranı ne olur? Kimine gör inkârın sebebi cehalettir, bilgisizliktir, kaderciliktir. Bana soracak olursanız derin bir çaresizlik duygusu. Düşünün ki bir karanlık gece evimize çökecek ve tüm sevdiklerimizi bizden alacak. Geçmişimizi geleceğimizi, benliğimizi yutacak. Nasıl yürek dayanacak buna? Bizi evden çıkarmayın n’olur, nereye gideriz diye ev sahibine yalvaran kaç kişi yaşıyor sizce İstanbul’da… Ve en acısı 10 ilimizin yası bizi kavururken 6 Şubat gecesi İstanbullu deprem gerçeğiyle yüzleşti. Tezgahlarda düdükler, el fenerleri tükendi. Uykusuz geceler başladı. İstanbullu çaresizliğini dindirmek için deprem alışverişi yaptı. Büyükşehir hafızası nankördür. Çünkü İstanbullu olmak biraz unutmak demektir. Vahşi, bencil ve saldırgan bir çaresizlik demektir…