Kitabı okuyanlar hemen hatırlayacaklardır. Çocuk edebiyatının efsane ismi Erich Kästner’in meşhur romanı Açıkgöz Budalalar, bir zamanlar zekâsıyla nam salmış YokÜlke’ nin Şİldakent halkını anlatır.
Şildakentliler zekânın külfetinden kurtulmak için budala gibi davranmaya karar verirler. Ve kısa bir süre sonra istedikleri olur. Artık zekâları yerine budalalıklarıyla ünlü olmuşlardır. Hatta isteseler de zekâlarını kullanamaz hale gelmişlerdir.
Mesela çuvala ışık doldurup belediye binasını aydınlatmak, tuz kıtlığına karşı tarlaya tuz ekmek, hasatları ezmesin diye tarla bekçisini dört kişi tahtırevanla taşımak Şildakentliler’in parlak fikirleri olarak anlatılır olmuş. En çok akılda kalansa gölün dibine sakladıkları kilise çanının öyküsüdür.
Ne yapsın garip Şildakent halkı. Savaş gelmiş burunlarının dibine dayanmış. Devamını yazar anlatsın:
“Tuzkent ile Tuzistan arasında tuz kıtlığına sebep olan savaş ülkenin başka yanlarına sıçradı. Tatsız bir durumdu bu savaş işi. Bir kez bulaşmaya görsündü insan savaşa. Bulaşıldı mı, ister savaşı kazanan ordular olsun ister bozguna uğrayan ordular olsun, hepsi aynı kapıya çıkardı. Her iki durumda da askerler dolaşır, hoşlarına giden her şeyi, büyük savaş günlerinin anısı olarak alır götürürlerdi. Gümüş kaşıklar, çatallar, bıçaklar, İşlemeli masa örtüleri, porselen tabaklar, kadife yelekler, nişan yüzükleri, tanrı ne verdiyse toplarlardı. Ellerine geçen hiçbir şeyin artlarına bırakmazlardı! Bunu bilen Şildakentliler, yüke hafif pahada ağır neleri var neleri yoksa sakladılar. Yalnız, kilisenin çanına ne yapacaklarını bilemediler. En iyi tunçtan dökülme büyük bir çandı bu. O günlerde savaşçıların kilise çanlarını çok sevdiklerini ise bilmeyen yoktu. Gelen savaşçılar dost ordulardan olursa kocaman çanı eritip yeni kılıçlar, baltalı kargılar dökmek üzere almak isterlerdi. İster dost olsun ister düşman, kilise çanı için kurtuluş yoktu. Kentin yakınında, durgun derin bir göl vardı. Şildalılar düşünüp taşınıp kilisenin çanını gölde saklamaya karar verdiler. Savaş sona erdikten sonra gene çıkarırız, dediler. Belediye Başkanı’nın dediği yapıldı. Kan ter içinde bir kayığa taşıdılar çanı. Göle açıldılar. Az sonra kayığın bir yanından kocaman çanı göle yuvarladılar. Çan hemen suyun dibini boyladı. Çandan iz kalmamıştı.
Bu sırada Demircibaşı, cebinden çakısını çıkararak kayığın kenarına bir çentik attı.
“Neden yontuyorsun orayı? Diye sordu Fırıncıbaşı.
“Neden olacak savaş sona erdiği zaman, kilise çanını nerde suya attığımızı bilelim diye. Yoksa bir daha çanımızı bulamayız.” Dedi.
Neyse ki, savaş Şildakent’e uğramadan sona erdi. Sırada kilise çanını gölden çıkartmak vardı. Tüm Şildalılar gönül rahatlığıyla aynı kayıkla geri gelecek çanlarını bekliyorlardı. Fakat Demircibaşı kayığı nerde durdursa çentik orayı gösteriyordu. Maalesef çanı bir daha bulamadılar. Üzüntüyle kente geri dönen Fırıncıbaşı bir akşam öfkeyle çentiği yok etmek için kayığı yonttukça yonttu yontukça yoktu. Böylece çentik yok olmak yerine daha da büyüdü. Bütün çentikler gibi.”
Kitabın yazarı doğma büyüme Dresdenli Erich Kästner. I. Dünya Savaşı’na bizzat katılmış II.Dünya Savaşı esnasında kitaplarının Naziler tarafından Berlin meydanında yakılışını canlı canlı izlemiş bir aydın. Kästner, yayıncısının çaresiz baskısıyla çocuk kitapları yazmaya başlamış. İyi ki de yazmış. Kästner’in ibret olsun diye Naziler tarafından yakılan başyapıtı ise “Fabian veya B*k Yoluna Gitmek – Fabian oder Der Gang vor die Hunde” adıyla sinemaya uyarlanmıştır.
Savaşın travmalarıyla baş etmeye çalışan Fabian bir sahnede şöyle seslenir izleyiciye:
“…Adı Avrupa olan büyük bir bekleme salonunda oturuyordum. Tren kalkacaktı. Bunu biliyordum. Ama trenin nereye gittiğini ve benim ne olacağımı kimse bilmiyordu. Şimdiyse yine bekleme salonunda oturuyoruz, üstelik adı yine Avrupa!...” Ne demişti Kästner, çentik yok olmak yerine daha da büyüdü. Bütün çentikler gibi…