Damgalanma ya da stigmatizasyon bir nevi teşhir etmek, ‘ötekileştirmek’, rahatsız edici ya da ayırt edici bir özellikle kişinin işaretlenmesi; bilerek ya da bilmeyerek maalesef en iyi yaptığımız şey. Tarihin utanç verici sayfalarında köleler ve suçlular kızgın demirlerle damgalanırken günümüzde bu işlem için sıfatlar, kategoriler kısaca ‘dil’ kullanılıyor. Zira dil en büyük taşıyıcı. Kızgın demirle olmasa bile yıllarca taşınacak ‘bir sıfatla’ damgalanan insanlar için o saatten sonra taşıyacakları kimlik ne olursa olsun aslolan işaretleri yani damgaları oluyor.
Şimdi gelelim pandeminin işaretlenenlerine. Önce 65 yaş üstü ile başladı kara liste. Sonra minnet borçlu olduğumuz sağlık çalışanlarıyla devam etti. Maalesef çevremizden gözlemledik hepimiz. Utanarak. Hastanede çalışan görevlilerden hekimlere kadar (hoş çoğunun ağır mesaiden yüzünü bile göremedik ama) ‘O hastanede çalışıyor, yaklaşmayın’ dendi mi dendi… Elbette korunmaktan önlem almaktan bahsetmiyoruz. Zira konumuz damgala-n-mak. Maalesef süre uzadıkça sinirler gerildi. Ve liste de devam etti. Vakalar azalmıyor, aşılama arzu edilen hızda yapılamıyor. Kısaca şanslılar için ev hapsi devam ediyor, dışardakiler için kör karanlıkta ekmek kavgası giderek şiddetleniyor. Memleketin siyasi gündemi gıdım üzerine alınmıyor. İstanbul Sözleşmesi kaldırılarak ülkedeki en önemli problem çözülüyor. Siz biliyor musun peki ey anneler babalar, bütün bunların sorumlusu evde yatan öğretmenler… Bilmiyorsanız öğrenin. İronisi bile sevimsiz farkındayım. Ancak bu tuhaf linçin bilinçdışı öfkesinin bir sebebi olmalı değil mi? Mesela cumhuriyetin taşıyıcısı hala öyle ya da böyle öğretmenler ve yetiştirdikleri öğrenciler. Öğretmene yönelen bu öfke bu mesleğin tarihsel misyonundan kaynaklı bir yön değiştirme midir acaba? Bizzat savaştığı cephelerde onurlu Gazi unvanını alan bir kurucunun aynı zamanda başöğretmen olarak anılması bir mesleğe yüklenecek en onurlu misyondur. Cumhuriyetimizin kurucusu Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün sözlerini hatırlayalım. 1927’de Dolmabahçe Sarayı’nda Muallimler Heyeti’ne seslenirken şöyle der: "Öğretmenler her fırsattan istifade ederek halka koşmalı, halk ile beraber olmalı ve halk, öğretmenin çocuğa yalnız alfabe okutur bir varlıktan ibaret olmayacağını anlamalıdır."
Öğretmen genç cumhuriyet için kimi zaman Anadolu’nun ücra köşelerinde Çalıkuşu romanında anlatılan ‘kurtarıcı’ olmuş kimi zaman Köy Enstitülerinde yetişmiş okul inşa edip çatı tamir eden bir ‘yapıcı’ olmuştur. Öğretmen tam da Gazi’nin belirttiği gibi bizim tarihimizde hiçbir zaman sadece ‘öğretici’ olmamıştır. Belki bundan sebeptir her şeye rağmen çatımızın çökmemesi.
Gelelim ‘kayıp nesil’ damgasına. Keşke ağzımızdan çıkanı kulağımız duysa. Keşke ‘kayıp’ dediğimiz kişilerin sadece fiziksel olarak bizden biraz daha küçük insanlar olduğunun ve zekalarının karar alıcılardan çok daha az tahrip edildiğini bir anlasak. Öncelikle okulların açık tutul-a-mamasının (yatmaya meraklı öğretmenler dışında) bir sebebi olmalı değil mi? Mesela ülkemizde eğitime ayrılan bütçeyi konuşalım. Okulların tuvalet temizliğini konuşalım. Ödenekleri konuşalım. Eğitimin kalitesine, en nadide okullara atanan yöneticilere ve liyakat meselesine hiç girmiyorum. Sadece fiziksel yeterlilikten bahsediyorum. Dilim varmıyor sormaya geçtim hijyeni kaç okul depreme hazır? Evet ülkemizde okullar açık tutulmalıydı, tutul-a-bilmeliydi… Neden tutulamadı? Bu soruyu acaba kimin kime sorması gerekiyor? Geldiğimiz noktada ha bire ülkeye gündem olarak sunulan farklı cinsel yönelimler kadar bile haber değeri taşımayan hayatımızın en önemsiz maddesi sayelerinde ‘eğitim’ olduğu için olabilir mi?
Arada dost sohbetlerinde duyarsınız; ‘Ben çocuğumu okula göndermeyeceğim, evde kendim eğiteceğim…’ gibi ütopik sayıklamalar. Ey anneler ve babalar, çocuklarımızın okullarına ihtiyacı var. Okula dönmeleri dönebilmeleri gerek. Okullarımız bizim yaşam alanlarımız. Okul aile birlikleri önemli. Ebeveynler eğitimin bileşenleridir bunun farkında olarak meselenin sahiplenilmesi şart. Bir kez daha liselerin ara sınavları iptal edildi. Ölçme değerlendirme bir öğrenme basamağıdır. Çocuklarımızın ‘kayıp’ olarak damgalanmasına karşı çıkmak için eğitimin gündem olması şarttır. Covid-19 sebepli öğretmen ölümlerinin önüne geçilebilmesi için alınacak önlemler konusunda öncelikli tedbirler alınmalıdır.
Bir neslin ‘kayıp’ olması çocuğun doğası itibariyle mümkün değildir. Zira çocukluk ve ergenlik öyle hapsedilebilen kafasına vura vura hizaya sokulabilen bir şey değildir. Meşhur filozof Agamben çocuğu tarihin öznesi olarak nitelendirmiştir. Çocuk eski deneyimleri yıkan ve yeniden yapabilendir. Yani çocuğun esnekliği oyun dünyası dize gelmez, baş eğmez. Tıpkı büyük şair Dağlarca’nın dediği gibi: "Çocuklar korkunç Allah'ım, Elleri, yüzleri, saçları, Uyurlar bütün gece, Yok sana ihtiyaçları…" Eyvallahı olmayan canlılar olarak çocuklar şimdiyi ve tarihi yeniden kuracak kadar güçlü ve yaratıcılardır. Bu büyü yazık ki yetişkinliğe kadar sürer. Ne zaman ki oyun biter, tarih başlar.
Yani ‘kayıp’ olan bir nesil olamaz. Olsa olsa o nesilden sorumlu yetişkinin beklentileri olur. Şimdi ey anneler babalar gelin birlikte bir oyun kuralım. Bu hapsedilmişlik bu umutsuzluk içinde her şeyi ters çevirelim. Mesela önce dilimizi değiştirelim. Yazının başında demiştik ya dil her şeydir. Sonra rolleri değişelim. Rahat olun ters dönen şey sadece bir kum saati. Ve bugünü yeniden yaşayın. Oyunun sonunda siz bir çocuk olarak deneyimlerinizi aktarın o da bir yetişkin olarak…
Çekinmeyin oynayın. Kaybettiğiniz ne varsa sözde ‘kayıp’ bu nesilde bulacak belki hatırlayacaksınız… Çünkü çocuklar korkunçtur Allah'ım…