Faiz artışlarına rağmen şu ana kadar dış kaynak gelmiyor ya da çok kısıtlı geliyor. İstenilen düzeyde dış kaynak gelebilmesi için ne yapılması gerekiyor acaba? Dış kaynağın gelebilmesi için ekonomi dışında politik beklentiler de var mı yoksa? Bu sorunun yanıtını temel bilgilerden yoksun tartışamayız.
Öncelikle faizin paranın fiyatı olduğunu belirtelim. Para sanayi, tarım ve diğer finans dışı hizmet sektörleri (örnekse turizm) gibi reel sektörler için bir girdi unsurudur. Son kertede faiz tutarı, reel sermaye (işletmeleri) için bu girdinin maliyeti, finans sermayesi (işletmeleri) için satılan bu paranın eşdeyişle çıktının getirisidir. Faiz tutarını belirleyecek olan faiz oranı da bu iki sermaye kanadı arasında bir pazarlık aracıdır.
Son yıllarda kapitalizmde reel sektördeki kâr sıkışması vd. nedenlerle ortaya çıkan finansal kapitalizmin sonucunda bu sermaye kanatlarından finansal sermaye güç kazanmıştır. Bunu finansal işlemler hacminin reel sektördeki işlem hacminden kopup hesaplanamaz boyutlara ulaşmasından da anlıyoruz. Hatta dijitalleşmeye koşut olarak paranın mal olarak tarif edildiğine bile tanık oluyoruz. Örneğin, İstanbul 24. İcra Hukuk Mahkemesi’nin 16.2.2023 tarihli gerekçeli mahkeme kararında kripto paralar “taşınır mal” olarak tanımlanmıştır.
Sorunun çekirdek yanıtına dönersek, Hazine ve Maliye Bakanı M. Şimşek olsun, görev tanımına girmese de “durumdan vazife çıkardığı anlaşılan” Merkez Bankası Başkanı H.G. Erkan olsun ülkemize sermaye girişi bağlamında bir arayışa girmişlerdir. Doğru yanıtlara ulaşabilmek için doğru soruları sormak gerekir. Kritik sorular şunlar:
Gelmesi istenilen sermaye reel yatırım için mi, yoksa portföy yatırımı için mi? (Doğrudan Yabancı Yatırım-DYY : FDI- emperyalizmin ürettiği bir kavram kargaşasıdır, ülkemizde de maalesef yeni bir yasa ile bu terim benimsenmiştir, bir Türk şirketinin yüzde 10’dan fazla hissesi satın alındığında bu DYY oluyor). Eğer reel yatırım içinse ülkemizde şu anki yatırım ortamı, finans kapitalin baktığı derecelendirme göstergeleri açısından hiç de cazip değil, bu derecelendirmeler kapitalist gözlükle elbette! Örnekse S&P’un Eylül 2023 sonu Türkiye kredi notu B yani yüksek spekülatif, kredi notu görünümü de durağan! Gelse gelse ülkemize para kazandırmayacak, istihdam yaratmayacak söğüşleneceğimiz alt yapı yatırımları gelir! Yok eğer portföy yatırımları (kısa vadeli giriş-çıkışlı olanlarına sıcak para girişi deniliyor) ise ilan edilen son gösterge faiz oranı yüzde 35 ve sermaye merkezlerince tahmini enflasyon oranı da 2024 için yüzde 50’nin altına düşmüyorsa bu getiri yetersiz. MB faiz oranını gıdım gıdım daha da fazla artırabilir mi? Belki ama bu da seçimler öncesi derde deva olmaz.
Sermaye gelirken yapılan risk analizinde politik risk analizini de kendi açısından yapmakta ve yaptırmaktadır. Meraklısı bu konuda Pınar Tunalı’nın İstanbul Üniversitesi’nde yaptığı “DYY’da Politik Risk” konulu tez çalışmasını inceleyebilirler. Uygulamada birçok siyasal risk indeks çalışması var. Elbette bunların da perspektifi kapitalist ama sermayeden söz ettiğimizi unutmayalım. Bunların çoğunda ülkemiz alt göstergeler değişmekle birlikte toplamda “önemli risk” grubundayız. Çok özelde konuşursak hukukun üstünlüğü ile ilgili ölçümlerde ve yolsuzluk-şeffaflık ile ilgili endekslerde de durumumuz iç açıcı değil. Yoksa mesele tekil olarak Kavala’nın serbest bırakılması meselesi filan olarak tartışılamaz. Uluslararası sermayenin bu bağlamda da uzun erimli istekleri var. Kısa erimli istekleri arasında AB’ye göç akışı için tampon olma, Ortadoğu sorunsalında olsun Rusya ve Çin Halk Cumhuriyeti ile olan ticarette ve siyasette olsun emperyalizmin istekleri doğrultusunda davranma bu bağlamda en sıcak talep başlıkları elbette. Emperyalizmin sloganı: biat et, parayı lüplet, rahat et! IMF’siz IMF programı!
Sıkılaştırma politikaları ile iç talep bastırılarak üretim ihracata yöneltilmek isteniyor. Ancak hem küresel durgunluk hem de finans maliyetlerinden kaynaklanan dezavantaj nedeniyle ihracatta beklenen ivme gerçekleşmiyor. Hem iç talebin bastırıldığı hem de küresel durgunluğun olduğu koşullarda ekonomimizi ne bekliyor? Bu koşullarda ekonomimizdeki farklı aktörleri farklı şeyler bekliyor. Yabancı veya yabancı-yerli ortak büyük sermaye kuruluşlarının işi tıkırında. Yükü KOBİ’lere ve KÜMİ’lere (Küçük ve Mikro İşletmeler) yıkıyorlar. Bunların içinde birçoğu zaten Zombi (Yaşayan Ölü) İşletme. İflasların sayısı artacak. Ticari alacak sigortası şirketi Allianz Trade’in Küresel İflas Raporu’na göre Türkiye’de iflasların 2023 yılı sonu itibariyle yüzde 50 oranında artacağı öngörülmüş. Bence daha çok artar, bu iyimser bir tahmin. Zaten perşembenin gelişi Çarşamba’dan belli. TOBB’nin derlediği şirket istatistiklerine bakıldığında 2010’dan beri karşılaşmadığımız bir durum mevcut. Bu yıl gerçek kişi ticari işletmelerinde yeni kurulanlardan fazla işletme kapanmış, kapanan/kurulan oranı yüzde 125,8! Bu oran 3 yıldır artışta! Şirketler cephesinde de durum pek farklı değil! Kapanan şirket sayısında yüzde 0,15 artış vari beri yandan kurulan şirket sayısında yüzde 4,06 düşüş var. Kapanan şirketlerin kurulan şirketlere oranı da artarak yüzde 16,41’e çıkmış. Burada sorunlar, yüksek enflasyon, yüksek kur, artan belirsizlikler ve krediye erişimde sıkıntılar olarak belirtiliyor.
Buradan giderek hem şirket olarak hem çalışanlar olarak kayıtdışına kayış artabilecek. Bu istihdamı özellikle de kaliteli istihdamı azaltacak. Kalan istihdamda da kaçak işçilere, göçmenlere kayış, özellikle örgütlü olmayan işçilerin ücret ve maaşlarında satınalma gücü kaybı artacak. Tüm bu olumsuz ekonomik manzara karşısında toplum içi dengeler de bozulmalar (göçmen düşmanlığı, toplumsal ve bireysel şiddet vb.) artabilecektir.
Dış pazarların uygun olmadığı ekonomipolitik konjonktürde yeni pazarlar aranmalıdır. Bunun için de teknoloji üreten bir ülke ve iş dünyası yapılanmasına gidilmelidir. Katma değerli mal üretmenin yolu da buradan geçmekte, onun için de nitelikli işgücü için eğitime önem verilmelidir. İnovasyon 2023 endeksinde 38,6 puan ile taa 39.sıradayız, ilk İsviçre’nin 67,6 puanına kıyasla! Bu işler G20’yiz havasıyla olmuyor.
Dış pazarlar uygun olmadığında iç talep kısılmamalıdır. Enflasyonu kontrol altına almak için yapılıyorsa, bu yanlış yöntem. Sorun talep enflasyonu değil ki, maliyet enflasyonu. Burada başta da ithal girdi maliyetleri ve fon maliyetleri sorun yaratanlar.
Gel gör ki, TİSK tarafından düzenlenen “Birlikte Daha Güçlü Bir Gelecek” Zirvesinde Cumhurbaşkanı Yardımcısı Cevdet Yılmaz ve kimi bakanlar ve bakan yardımcıları (Sanayi ve Teknoloji, Sosyal Güvenlik, Adalet, Ticaret) TİSK’e üye iş insanlarının maliyet, kur vb. konulardaki sorularını yanıtlarken şunları belirtmişler: “Kura dayalı bir rekabet ile ihracatı düşünmeyin bu konuda bir perspektifimiz yok” (döviz piyasada ne olursa o olacak, ya da yabancılar ne olsun derse o olacak öyle mi? – MB). “Düşük katma değerli ürünlerin imalatınızı İstanbul, Marmara ve Ege bölgesinden daha uygun maliyetli arazi, bina ve işçilik olabilecek yerlere kaydırın” (Müthiş bir öneri ama çok demode ve işleyebilecek bir öneri olarak gözükmüyor-MB). “Tüketimin daralmasına yönelik sıkılaştırıcı politikalar devam edecek, o tarafta bir beklentiye girmeyin” (İç talepten size hayır yok diyor, zaten yurttaşların satın alma gücü düştükçe düşüyor, Menemen indeksi fena halde Leman yani-MB).
Nasreddin Hoca fıkrasındaki gibi karanlıkta kaybettiğimiz eşyayı aydınlıkta aramış oluşunuz. Çıkış ithal hammaddeye bağımlılıktan kurtulmakta ve israfa son verip tasarrufları artırıp tasarruf-yatırım dengesizliğine son vermekten geçer. Yani çözüm “Toplam Verimlilik Ekonomisi”. İşgücü verimliliği fetişizmi anormal bir sosyo-psikolojidir. Tedavi için anti-emperyalist terapi seansları gerekir!