Pandemide Unuttuğumuz Soru: NASILSINIZ
Kabul edelim, pandemi bizi çalışmadığımız yerden vurdu. Bir yarasanın nefesiyle tüm dünya düzeninin alt üst olacağı; evlere kapanacağımız aşı yolu gözleyeceğimiz hiçbirimizin aklına gelmezdi. Dünya Sağlık Örgütü’nün pandemi ilanıyla birlikte paylaşılmış bir kâbus, dünya nüfusunun gecelerini esir aldı. Her birimiz farklı ülkelerde farklı yaş gruplarında farklı renklerde ve dillerde aynı kâbusu görüyoruz.
Sahi siz nasılsınız? Kendinizi nasıl hissediyorsunuz? Covid-19 geçirdiniz mi? Çevrenizde yakalanan oldu mu? Risk grubunda mısınız? Kaybettiğiniz bir yakınınız oldu mu? Çocuklarınızı, torunlarınızı ya da yakın dostlarınızı ne kadar zamandır görmüyorsunuz? Aşı oldunuz mu? Sıra size ne zaman gelecek? Acaba hangi aşı daha koruyucu? Çıkan haberler doğru mu sizce? Sosyal medyada çok söylenti var. Ya doğruysa gerçekten korumuyorsa? Tedbiri elden bırakmamak lazım.
Virüs mutasyona uğradı. Bundan sonra hayatın normale döneceğine inanmıyorsunuz. Evet çok zor, ne hayalleriniz vardı. Hayallerimiz vardı… Aylardır evde kapalıyız. Çok yorulduk, çok bunaldık, çok sıkıldık, evde kalmak artık bizi hasta ediyor…
“Covid-19 ile nasılsınız?”
Neredeyse bir yıldır aşağı yukarı benzer cümlelerle geçiyor günlerimiz. Yılgınlık, yorgunluk, hayal kırıklıkları, umutsuzluk, çaresizlik. Takip edilen vaka sayıları, hayatını kaybedenlerin analizleri haber ekranlarında. Yani nasılsınız sorusunun meali aslında “Covid- 19 ile nasılsınız?” oldu. Zihnimiz bununla meşgul. Virüse yakalanma kaygısı virüsten daha tahrip edici bir hal aldı. Virüs merkezli bir iyilik ya da kötülük hali duygu durumumuzun belirleyicisi oldu. Öyle ki, 2000’li yıllarda pandemi, tarihin mezarlığından fırlayan bir hortlak gibi ansızın çıkageldi. Tıpkı 1. Dünya Savaşının gölgesinde kalan İspanyol gribi gibi… Bakmayın adına.
Virüs aslında ilk kez ABD’de ortaya çıkıyor. Fakat savaşa girmeyen İspanya dışında, savaşta olan ülkelerin ne liderleri ne de gazeteleri konuyla ilgili tek satır açıklama yapmıyor. Malum sansür mekanizması 1918’de de aktif. Haliyle dünyanın en büyük salgını da dönemin görece özgür İspanyol basınından adını alıyor. Virüsten ölen insan sayısı iki dünya savaşında ölen insan sayısını kat be kat geçiyor. Yani aslında 1. Dünya Savaşı’nın kazananı yok. Düşünün, antibiyotik bile 1928’de bulunmuş.
Bir yandan savaş bir yandan ilaçsızlık. Heyhat ne büyük çaresizlik, en az 50 milyon insan ölmüş. Dünya bu olayı ne hatırlamak ne hatırlatmak istemiyor. Ancak tarihin bir bilinçdışı var. O da sanat. Meşhur Çığlık tablosunun ressamı
Edward Munch sağ kalmayı başardığı o günleri
İspanyol Gribi ile Otoportre ve
İspanyol Gribinden Sonra Otoportre adlı eserleriyle ölümsüzleştirmiş. Belli ki Edward Munch ‘nasıl olduğunu’ çizerek hem tarihe hem de virüse meydan okumuş.
[caption id="attachment_317129" align="alignright" width="394"]
Edward Munch'un 'Otoportre' adlı tablosu[/caption]
Nazi Kampında, “Nasılsınız Bay Frankl?”
Tarihin bilinçdışından bir yaprak da
Auschwitz’den… Nazi kamplarında 3 yıl geçiren logoterapinin yaratıcısı nörolog
Viktor Frankl, meşhur eseri
İnsanın Anlam Arayışı’nda nasıl hayatta kaldığını anlatır. “Olayları mizahi bir ışık altında görme çabası, yaşama sanatında ustalaşırken öğrenilen bir hiledir.” der. Her an her yerinden acı fışkıran bir toplama kampında bile yaşama sanatını icra etmek olasıdır derken Rilke’nin müthiş dizesini aktarır: “Bitirilecek ne çok acı var…” Gerçekten de Frankl, Nazi kamplarında tanık olduğu insanlık dışı deneyimlerden yola çıkarak oluşturduğu psikoterapi ekolünde her koşulda hayatı anlamlı kılacak eylemlere davet eder insanları. Bitirilecek pek çok acının olduğu psikiyatri servislerinde geçirir ömrünü. Zira yaşadığını hissetmenin tek yolu hayatı anlamlı kılmaktır.
Anlam dediğimiz de öyle Kaf Dağı’nın öte yanında falan değil aynada gülümseyen suretimizdedir. Elimiz kolumuz bağlı hissederken bile üretmek, yararlı olmak, iyileşmek, çevremize iyi gelmektir. Mesela sabah erkenden kalkıp bedenimizi harekete geçirmek, esnetmek, ruhumuzu dinlemek ve güne hazırlanmaktır. Yani şairin dediği gibi yaşama ciddiyetini elden bırakmamaktır. Sonra sevdiğimiz bir müzik eşliğinde kahvaltı hazırlamak, her yiyeceğin kokusunu, tadını, renklerini sanki ilk kez görüyormuş gibi yeniden keşfetmek; sabah çayına eşlik edecek bir şarkı seçmek ya da kahvenin yanına okunacak bir yazı ayırmaktır.
Hayatı anlamlı kılmak, kış ortasında aç kalan güvercinleri beslemek, çocuklar için atkılar bereler örmek, maketler yapmak, yeni bir dil öğrenmektir... Ya da kalabalık bir evde herkes bilgisayarına tabletine gömülmüşken tüm ahaliyi halının üstünde toplayacak bir olağanüstü oyun saati ilan etmek; herkesin bir şef olduğu mutfak saatinde tüm aile yemekler hazırlamaktır.
Bazense anlam sadece anda durabilmektir. Doğanın mütevazi bir parçası olarak. Sessiz sakin bir kış sabahında yağmuru dinlemek, pencereden toprak kokusunu içimize çekmek ya da gökyüzünde süzülüşüne hayran kaldığımız bir martıya gözlerimizle eşlik etmek… Ve kaldığımız yerden devam etmektir. Şimdi en sıcak en samimi halimizle soralım kendimize, pandemi esaretine nazire: Sahi ben nasılım?