Siyasal islamcı hareketin totaliter bir tek adam rejimini inşa etme yolunda önemli bir mesafe aldığı 2021 yılının “hayırlı” bir yanının da olduğunu düşünüyorum. Özgürlükçü ve pek demokratik gerekçelerle dinci-faşizan iktidarın yollarını döşeyen, islamcı harekete meşruiyet üreten, daha önemlisi toplumsal direniş refleksinin kırılmasına yol açan liberallerin (özellikle sol liberallerin) toplumsal muhalefet saflarında yol açtığı hasarın onarıldığı, zihinlerde oluşturduğu lekenin büyük ölçüde silindiği bir yıl oldu. Bu nedenle, konuya ilişkin olarak daha önce kaleme aldığım bir yazımı güncelledim. Yerinde ve yenilenmiş tekrarlar iyidir.
Bilindiği gibi; veyaset rejimini yıkarak ülkeye demokrasi getireceğini iddia ettikleri ve bu nedenle paha biçilmez bir destek verdikleri AKP iktidarı, önce Cumhuriyeti ve laikliği boğazladı, sonra da ilk iş olarak liberaller ile yolunu ayırarak onları buruşuk bir peçete gibi çöpe attı. Erdoğan-AKP iktidarının, örtülü bir koalisyon oluşturarak 11 yıl ülkeyi birlikte yönettiği Fethullahçı Çete ile arasında, devlete kimin hakim olacağı konusunda çıkan kavga, Türkiye tarihinin en kanlı askeri darbe (15 Temmuz 2016) girişimine yol açtı.
Liberaller ve sol liberaller, bugün aldatılmışlık duygusunun yarattığı tuhaf bir bir şaşkınlık yaşıyor. Farklı bir sonuç bekledikleri anlaşılıyor. Oysa asıl tuhaf olan şey, bilim ve tarih dışı olan bu beklentinin kendisiydi. Bu durum, liberallerin yüzleşmekten kaçtığı bir utanç tablosuydu. Söz konusu şaşkınlık; beklentilerin aksine, islamcı AKP iktidarının laikliği, demokratik hak ve özgürlükleri tasfiye ederek, dinci-faşizan bir rejimi kurmaya yöneldiğini görmekten kaynaklanıyordu. Dahası, bu sürece katkıda bulunmanın yarattığı bir ruh haliydi. Döneme ilişkin bütün öngörü ve tezlerinin, çok kısa bir zaman dilimi içinde yanlışlandığını görmenin yarattığı bir travmaydı. Bir bakıma kendi hayatlarına da ihanet etmenin yol açtığı örtülü bir pişmanlıktı.
ÜÇ TUTUM TEK TUTARSIZLIK!
Şizoid bir kimlik yarılmasına da yol açan ruh hali, üç ayrı tepki ve tutum şekilde kendisini dışa vuruyor. Birincisi; en yaygın olan tutumu oluşturuyor ve “yanıldık” ya da “aldatıldık” diyerek geri çekilme şeklinde ortaya çıkıyor. Bu durumda yapılması gereken şey, geçmişte “laikçiler" ya da “ulusalcılar” dedikleri, “vesayetçiler” diye kendi akıllarınca aşağıladıklarını sandıkları toplum kesimlerinden özür dilemektir. Bu grupta yer alanların bir bölümü, yanıldıklarını belirtip samimi bir şekilde özür dileyip özeleştiri yaptı. Onlarla bir sorunumuz bulunmuyor. Çünkü, yeniden demokratik saflara gelen kimseye karşı kin tutmadığımız gibi, rövanşist bir tutuma da sahip değiliz. Yeter ki, dinci-faşizan rejime karşı birlikte mücadele edilsin.
Ancak, bu gurupta yer alanların bir kesimi ise ısrarla özeleştiri yapmaktan ya da özür dilemekten kaçınıyor. Söz konusu liberaller, Türkiye tarihinin en büyük aydın ihanetiyle yüzleşmek istemiyor. Böylece sergiledikleri tutum, bir yanılgı ya da aldatılmışlık olmaktan da çıkıyor. Dolayısıyla bu liberaller gerçekte bir utancı örtmeye çalışıyor. iki elimiz yakalarındadır. Çünkü, bu tutum halka, emekçilere ve ülkeye karşı yeni bir ihanetin kapılarını aralık tutuyor.
İkincisi; “yanıldık, ama niyet okuyamazdık” şeklindeki tutumudur. En sinsi, en opportunist, siyasi ve felsefi bakımdan en ahlaksız tavırlardan biri de budur. Çünkü bu tutum, “Biz haklı bir yerde duruyorduk, çizgimiz doğruydu, ama AKP ve Cemaat bizi yanılttı” demek, hatta “İslamcılar bize ihanet etti" tezini ileri sürmektir. Yanlışta ısrar etmektir. Bu tutum, İslam teolojisinin ya da siyasallaşmış dinciliğin özünü görmemek, Emevi ideolojisine dayalı ‘Sünni İslam’ın, kendi ortaçağını aşamadığı gerçeğini ıskalamaktır. Bu gerçeği görenlere karşı ise derin bir haksızlıktır.
Gerçek anlamıyla entelektüel bir sefalet ve ahlaksızlık olarak değerlendirilebilecek bu tutum, 15 Temmuz’da islamcı bir çetenin askeri darbe girişimiyle birlikte çöktü. Darbeci denilince akıllarına sadece Kemalistler ya da ulusalcılar gelen liberaller, dinci bir askeri darbe karşısında ne diyeceklerini bilemedi. Ezberleri bozuldu.
Gelelim üçüncü tavra; “Doğru, AKP ve Cemaat bizi yanılttı, ama biz bu olasılığı biliyorduk. Önemli olan Kemalist askeri vesayet rejimini yıkmaktı, bu nedenle biz bilerek hareket ettik. Tutumumuz o zaman da doğruydu, şimdi de” şeklinde özetlenebilecek yaklaşımdır.
Baştan çıkmış en şirret liberal tutum budur. Tam anlamıyla bir siyasal meczupluk halidir. Halka, bilime ve ülkeye tam anlamıyla ihanet halidir. Öyle ki, bu tutumda ısrar edenler, 15 Temmuz darbesini bile sadece Cemaatin değil, ağırlıklı olarak Kemalistlerin yaptığını ileri sürecek kadar gerçeklikten kopmuş durumdadır. Çünkü, dini bir grubun darbe yaptığını kabul etmek, islamcılarla ortak bir gelecek tasarlanamayacağını da kabul ve yakın geçmişini inkar etmektir. İşte bu kabul, söz konusu liberallerin 30 yıldır savunduğu neredeyse bütün tezlerin çöp olması anlamına gelmektedir. Ve çöptür.
Bu tarihsel dönemeçte liberal ahlakın üç farklı hali bulunsa da tutarsızlık tektir; tarihe, bilime, topluma, emekçi sınıflara ve kendi hayatlarına ihanet..
DÜZENE TESLİM OLMAK
Öyle anlaşılıyor ki, eğer AKP söz konusu çevreleri aldatmamış olsaydı, diyelim ki, AB kriterlerini bir ölçüde yerine getirseydi, bu kesimlerin kurulu düzene, küresel kapitalist sisteme, sınıfsal adaletsizlik ve eşitsizliklere pek itirazları olmayacaktı. Çünkü, bu yaklaşımda ne kapitalizme esastan bir itiraz ne sınıf mücadelesi ne de emperyalizme karşı mücadele olgusu vardır. Bu kesim tarafından siyaset ve siyasal mücadele, ekonomik alt yapıdan bağımsız, maddi temeli ve bağlamı olmayan, kültürel bir kategori gibi ele alınır.
Türkiye’de bu liberal tutumun bir dönem haddinden fazla etkili olmasının nedeni, sol dahil bütün toplumsal kesimlerde son 40 yıldır demokrasi kavramının sihirli bir anlam kazanmasıydı. Demokrasi kavramının böyle mistik bir anlam kazanmasında, sadece liberallerin etkisi yok elbette. Bu entelektüel iklimin oluşmasında sosyalist solun büyük kesiminin, demokrasiye yönelik eleştirilerini geri çekmesinin payı da büyüktür.
Oysa bir solcunun, daha mücadeleye ilk adımını attığı yıllarda öğrendiği şey, demokrasilerin kapitalist toplumlarda adaletsizlik ve eşitsizliklerin üzerini örten bir şal işlevi gördüğü tezidir. Çünkü, burjuva demokrasileri insanlarda soyut bir eşitlik duygusu yaratarak ya da salt hukuksal düzlemde bir eşitlik sağlayarak –elbette bu da çok önemlidir- sermayenin siyasal ve toplumsal egemenliğini gizleyen bir işleve sahip olmasıdır. Bu nedenle demokrasiler, aslında kapitalist toplumlarda sermayenin en gelişkin ve en güvenli egemenlik rejimleridir.
Bu konuda, sol da dahil olmak üzere, büyük bir kafa karışıklığının bulunduğu gerçektir. Çünkü liberalizm, solu sanıldığından daha derin bir şekilde etkiledi ve bozdu. Post-modern edebiyatın (felsefe ve siyaset alayışının) sol üzerindeki etkisi de hayli yıkıcı oldu. Özellikle 1990 sonrasında ideolojik ve politik bakımdan yenilenme çabası, ne yazık ki, bir geriye gidiş şeklinde işleyerek “liberal democrat” bir karakter kazandı. Oysa yeni olan sosyalizmdi.
Yazının tamamını okumak için tıklayın...