Kaşıkçı davasını anlamak

Yayın tarihi: 18 Nisan 2022 Pazartesi 11:47 pm - Güncelleme: 19 Nisan 2022 Salı 8:09 am

Ruşen Gültekin

:

15.04.2022 tarihinde Adalet Bakanı Sayın Bekir Bozdağ “Cemal Kaşıkçı davası olarak bilinen davada Mahkemenin yargılamanın nakline karar vermesi; kanuna uygundur, yargı yetkisinin devri değildir, davanın düşmesi değildir, bu hakikati bilmelerine rağmen kimi siyasilerin beyanı, siyasî hesapla yapılan yanlış çarpışma yorumdur.” dedi.

Bakalım öyle mi?

Bilindiği üzere, Cemal Kaşıkçı, 02.10.2018 tarihinde nişanlısı Hatice Cengiz ile evlenebilmek için gerekli belgeleri almak üzere vatandaşı bulunduğu Suudi Arabistan devletinin İstanbul’da bulunun Konsolosluk binasına girdi ve bir daha hiç çıkmadı. Konsolosluk binasına girmesinin üzerinden 3.5 yıl geçmesine rağmen cesedine hala ulaşılmış değil. Son olarak Cemal Kaşıkçı’nın İstanbul Konsolosluk binasında canavarca his ve eziyet çektirilerek öldürülmesine ilişkin dosyada İstanbul Ağır Ceza Mahkemesi durma ve dosyayı Suudi Arabistan’a gönderme kararı aldı. Önce olayın başlangıcını ele almak istiyorum.

İlk Düğme Yanlış İliklenince…

Büyükelçilik binası ve diplomatik temsilciler ile Konsolosluk binası ve konsüler temsilcilerinin işlev ve statüleri farklıdır. Bu sebeple uluslararası toplum, Büyükelçilikler ve Konsoloslukların hukuki statülerini iki ayrı Sözleşme ile düzenlenmiştir. Büyükelçilikler ve diplomatik temsilcilerin durumu 1961 tarihli Diplomatik İlişkiler Hakkındaki Viyana Sözleşmesi; konsolosluk binası ve konsüler temsilcilerinin durumları 1963 tarihli Konsolosluk İlişkileri Hakkındaki Viyana Sözleşmesi ile düzenlenmiştir. Bu iki sözleşmenin farklılığı açısından ilk bakışta şunu söyleyebiliriz. Konsolosluk ilişkileri anlamında karşılaşılacak dokunulmazlık ve ayrıcalıklar, diplomatik dokunulmazlık ve ayrıcalıklarına göre oldukça sınırlıdır. Türkiye her iki sözleşmeye de taraftır.

Büyükelçilik ve diplomatik temsilcilerin, gönderen devleti gittiği ülkede temsil etmek, uluslararası hukukun öngördüğü sınırlar çerçevesinde gönderen devletin ve vatandaşlarının çıkarlarını korumak, gönderen devlet ile görüşmeler yapmak, hukuki sınırlar içinde gönderildiği devlet ile ilgili bilgi toplamak, değerlendirmeler yapmak ve gönderen devlete bu bilgileri sunmak, iki devlet arasında dostça ilişkileri, ekonomik, kültürel ve bilimsel ilişkileri geliştirmek gibi görevleri vardır. Bu yönüyle bakıldığında diplomasi temsilcileri, devletlerin gönderdikleri ülkelerdeki “resmi casuslarıdır”. Elbette karşılıklılık çerçevesinde. Bu sebeple bu temsilcilerin görevlerini gereği gibi yapmaları amacıyla çok geniş dokunulmazlık ve ayrıcalıkları vardır. 1961 tarihli Sözleşmenin 31. Maddesine göre diploması temsilcilerinin gönderildikleri ülkede ceza davaları açısından dokunulmazlıkları tamdır. Başka bir deyişle bu kişiler hakkında ceza soruşturması, kovuşturması ve yargılaması yapılamayacağı gibi, temsilcilerin tanık olarak dinlenmesi bile mümkün değildir. Bu kişiler gönderildikleri ülkenin hukuk düzenini ihlal ederse kabul eden devlet tarafından bu kişiler ancak istenmeyen kişi (persona non grata) ilan edilerek ülke sınırlarını terk etmesi istenir.

Konsolosluklar ve konsüler temsilcilerinin görevleri ise farklıdır. Konsolosluklar siyasi işlerden çok idari işlerle ilgilenirler. Konsoloslukların temel işlevi, yurt dışında bulunan vatandaşlarının işlerinin kolaylaştırılması, noterlik işlemleri, askerlik işlemleri pasaport işlemleri ve evlilik işlemleri gibi konularda vatandaşlarına yardımcı olmaktır. Bu sebeple Büyükelçilikler başkentte iken konsolosluklar ilgili ülkedeki vatandaşlarının yoğun olduğu her yerde açılabilir. Büyükelçilikler bir tane iken konsolosluk sayısı çoktur. Örneğin ülkemizde bir devletin Büyükelçiliği Ankara’da iken konsoloslukları kendi vatandaşlarının yoğun olarak bulunduğu İstanbul, İzmir, Antalya, Gaziantep’te olabilir. Büyükelçilik toprakları gönderen devletin toprağı sayılırken, konsolosluk binası ve toprakları kabul eden devletin toprağıdır.

1963 tarihli Sözleşmeye baktığımızda konsolosluk dokunulmazlığı ve ayrıcalıkları, diploması dokunulmazlığı ve ayrıcalığına benzese de kapsam olarak çok dardır. En temel farklılık ceza hukuku anlamındadır. Konsolos ve konsolosluk görevlilerinin ceza davaları açısından sadece görevleri ile ilgili konularda dokunulmazlığı vardır. 1963 tarihli Viyana Konsolosluk İlişkileri Sözleşmesinin 41. Maddesine göre, “konsolosluk memurlarının tutuklanmaları veya göz altına alınmaları ancak ağır bir suç hali ve yetkili adli makamın kararı ile olur” demektedir. Başka bir anlatımla ağır suç hali oluştuğunda konsolos, tutuklanabilir veya göz altına alınabilir.

Gazeteci Cemal Kaşıkçı, Suudi Arabistan vatandaşıdır. Türkiye’de iken evlilik işlemlerinde kullanılacak belgeleri almak üzere Suudi Arabistan Konsolosluğuna girmiş, orada vahşice öldürülmüş ve cesedi Suudi Arabistan’a götürülerek yok edilmiştir. Cemal Kaşıkçı Konsolosluk binasına girdikten iki saat sonra nişanlısı konuyu Türk makamlarına ileterek durumdan şüphelendiğini bildirmiştir. Ancak Türk yetkili makamları, Cemal Kaşıkçı cinayeti gibi dünyayı ayağa kaldıran vahşi bir eylem karşısında Konsolosluklara -aslında hukuken var olmayan- bir dokunulmazlık atfederek ne konsolosluk binasını ablukaya almış ne de şüpheliler hakkında gözaltı kararı vermiştir. Oysa kanımca olaydan bir gün önce bu cinayet için Türkiye’ye gelen 15 kişilik ekip ve Suudi Arabistan Başkonsolosu derhal göz altına alınabilir, ağır suç hali olduğu için Sözleşmeye göre konsoloslukta arama yapılabilir, cinayet sebebiyle el koyma kararları verilip uygulayabilirdi.

Fakat Türk yetkili makamları Konsolosluk Sözleşmesini geniş yorumlamış, adeta 1961 tarihli Diplomatik İlişkiler Hakkındaki Viyana Sözleşmesi gibi değerlendirerek Başkonsolos hakkında bile göz altı kararı vermemiştir. Suudi Arabistan Başkonsolosu ise olaydan 15 gün sonra elini kolunu sallayarak ülkemizden ayrılmıştır.

Oysa Türkiye, daha 1991 yılında Irak Konsolosluğu içinden, Irak Ordusunun saldırılarını protesto etmek amacıyla gösteri yapanların üzerine ateş edilmesi ve iki Türk vatandaşının ölümü üzerine bambaşka bir yöntem izlemişti. Öncelikle olayın hemen ardından Başkonsolosluğa giriş ve çıkışlar polis tarafından kapatılmış, Türkiye’nin uluslararası hukuktan kaynaklanan hakları vurgulanarak suçluların yakalanması ve adli tahkikatın sürüncemede kalmaması için Irak Devletinden yardım istemiştir. Bu sırada İstanbul’daki Irak konsolosluğu üzerinde ise kuş uçurtulmamıştır. Irak Devleti konsolosluk içinden ateş eden konsolosluk görevlilerinin teslim edilmesine yanaşmasa da Türkiye ablukadan vazgeçmemiş ve ablukayı daha da sıkılaştırmıştır. Günlerce süren abluka diplomatik bir gerilime dönüşmüştür. Ancak Türkiye’nin geri adım atmaması ve son olarak Irak Devletine “şüphelileri vermezseniz biz alırız” mesajı vermesi üzerine Irak Devleti geri adım atmak zorunda kalmıştır. Aynı gün Türk polisi Irak Konsolosluğuna girerek pasaportlarında “ateşe” yazan iki Iraklıyı silahları ile teslim almıştır. Devamında ise bu iki katil zanlısı yargılanmış, idam cezasına çarptırılmış ancak tahrik uygulaması ile 30’ar yıl hapse mahkûm edilmiştir.

Bir Devletler Hukuku akademisyeni olarak belirtmeliyim ki, Irak Konsolosluğu hakkında Türkiye’nin aldığı pozisyon uluslararası hukuka daha uygundur. En hafif anlatımla, Türkiye’nin yanlış anlama ile yaptığı “Suudi Arabistan Konsolosluğu ve Konsolosluk temsilcilerine” dokunulmazlık atfı, Türkiye’deki yargılamanın şüphelilerinin ülkemizden ayrılmasına ve yargılamanın etkisiz olmasına baştan sebebiyle vermiştir. Daha da ötesinde Türkiye, bu kanlı cinayetin “şüphelisi” konumundaki Suudi hükümeti ile ortak soruşturma yürütmek gibi garip bir duruma düşmüştür. Diğer taraftan cinayet anından itibaren konsolosluğa sahip olmadığı dokunulmazlık sağlanarak şüphelilerin ülkemizden ayrılmasına sebep olunması, yargılama sırasında Suudi Arabistan Başkonsolosu ve diğer şüphelilerin iade talebinin de sorgulanmasına yol açmıştır. Kimse kendi vatandaşının başka bir ülkede yargılanmasına izin vermeyecektir. Esasen bu talebin içi boştur.
Özetle, bu olayda Türkiye yine hukuku siyasete ezdirmiş, benzer olaylarda (ABD’li Rahip Brunson’un Trump’ın baskısı, Alman gazeteci Deniz Yücel’in Merker’in müdahalesi ile serbest bırakılması) olduğu gibi uluslararası alanda ve diploması de zor durumda kalmıştır. Oysa tüm bu davalarda hukukun emri yerine getirilse Türkiye’nin uluslararası itibarı zedelenmeyecekti. Son olarak Kaşıkçı cinayetinde Türkiye’nin konsoloslukların dokunulmazlığını bu kadar geniş yorumlaması yarın yaşanacak başka olaylarda da başımızı ağrıtacak, Türkiye’deki başka devlet konsoloslukları da bu uygulama farklılığının kendisi hakkında da geçerli sayılmasını Türkiye’den talep edebilecektir.

Türkiye, yukarıda anlatıldığı gibi, Cemal Kaşıkçı’nın İstanbul’daki Suudi Arabistan Konsolosluğu içinde canavarca hisle ve eziyet çektirilerek öldürülmesi konusunda ilk günden itibaren ilk düğmeyi yanlış iliklemiş, yargılama etkisizleşmiş ve son olarak mahkeme durma kararı vererek dosyanın Suudi Arabistan Krallığı adli makamlarına gönderilmesine karar vermiştir. Buraya kadar bile yargılama sırasında yapılanların hukuka uygunluğu tartışmalı iken hele davanın naklinin sağlanması elbette kamuoyunda geniş tartışmalara yol açmıştır. Gelecek yazımızda ise yargı yetkisinin devri konusu ele alınacaktır.