Her işte bir hayır vardır diyelim ve başlayalım: Ekranı kan gölüne çeviren mafya dizilerinden ne kadar yorulmuşuz; zenginlerin hayatını gözümüze sokan hikayelerden ne kadar bıkmışız ki biraz daha sıradan insanların hayatları ve bu hayatların arka planları en çok izlenen ‘diziler’ arasına hemencik giriverdi. Türk televizyon izleyicisi yıllar içinde gerçekten de ‘ne çok incindi ne çok biriktirdi’ değil mi? Beyaz ekranda yıllarca (ve halen de) sosyal ve ekonomik kimliğiyle çoğu zaman yok sayıldı, etnik kökeniyle prototipleştirildi, o ‘kendi yağıyla kavrulan ama mutlu’ aileler sarayların konakların yalıların müştemilatlarına göç ettirildi. Halk fakirleştikçe dizi karakterleri zenginleşti. Neredeyse deniz görmeyen evde hayat yaşanmaz oldu. Bu bir nevi acil fantezi pansumanı ufak ufak zerk edilen uyuşturucu gibi zaman içinde damarlarda yerini buldu. Hasılı iddialı bir laf edelim ‘masum’ dizi yoktur. O an siyasi erkin neye ihtiyacı var; hooop diziyografyası ovalardan dağlara duruma göre denizlere kayıverir. Sonra bir bakarsınız oturma odanızda teröristler, mafya babaları fink atıyor. Aşk bir önceki baharda kalmış.
Neyse ki, her şeye rağmen ve ne mutlu ki yalıda yaşamayanı kahramandan saymayan diziyografya alemi dümeni ‘beşeri’ye çevirdi. Gözümüz aydın sıradaninsan keşfedildi. Adlarını anmadan geçmenin büyük haksızlık olacağı Fırat Tanış (Adem) ve Tilbe Saran’ın (Psikoterapist) müthiş oyunculuklarıyla izleyiciyi mest ettiği terapi sahneleri bir anda en çok izlenen sahnelerin başına geçiverdi. Sonrasında hepimizin bildiği diziler bir anda sıralandı ve en nihayetinde izleyici terapi odasına girdi. Burada tek tek bu dizilerin içeriklerine ilişkin analizler yazacak değilim. Zira bunların pek de anlamlı olacağını düşünmüyorum. Aslolan şu ki; izleyici kırmızı terapi odasını sevdi. Hastasıyla (ya da danışanıyla) karşılıklı kahve için gülüp ağlayan ve hatta kendisine sarılan munis doktor hanımıyla mutlu. E fena mı oldu diye sorabilirsiniz. Hayır bence de fena olmadı. Zira kendi kişiliğini hele de çocukluğunu adeta ‘ayıplı’ bir halmiş gibi kendine saklayan bir toplumun fertleri olarak ne de güzel izliyoruz ‘başkalarının’ hikayesini. O kırmızı odanın misafiri, o çöp apartmanın sakini ‘ben’ olmadığım için ne kadar da şanslıyım… Demek ki doktor hanımın omzu Türkiye’ye iyi geldi. Ekran başında bütün aile otururken (ki aile demek sır demektir) o hiç üstüne konuşulmayan ancak hiç de unutulmayan o ‘talihsiz’ adamların ve kadınların bilmem kaç kuşak önce bile olsa hikayeleri kulaklarımızda yankılanırken kendimizi kötü bile hissetsek izleyeme devam ettik. Çünkü bir şekilde o sandıklar açılmalıydı. Düşte fantezide ya da ekranda... Zaten biz hep başkalarının hikayelerini izlemedik mi; büyüdüğümüz apartmanda oturduğumuz mahallede, çalıştığımız ofiste? İçine doğduğumuz bu örtbas coğrafyasında bize miras kalan nihayetinde bir anahtar deliği değil miydi? Ve biz hep merak ettiğimiz o kapının diğer tarafındaki sureti başkası sanmadık mı? Hele de ailemizde bir ‘deli’ varsa Allah'ım o ne büyük bir utançtı…
Hastalarının hikayelerini paylaştığı gerekçesiyle bu dizilerin yaratıcısı doktor Gülseren Budayıcıoğlu çokça eleştiri aldı. Hatta Türk Psikiyatri Derneği, Masumlar Apartmanı ve Kırmızı Oda dizileriyle ilgili kurumlarına yapılan etik ihlal şikayetleri hakkında bir açıklama yayınladı. Neticede bu kitapların yazarı Dr. Gülseren Budayıcıoğlu hakkında bir soruşturma açma gereği görmediğini paylaştı. Sadece dizi tanıtımlarında ve bazı dizi kayıtlarında vurgulanan “gerçek bir yaşam hikayesi” ifadelerinin kaldırılmasının uygun olacağının kendisine bildirdiğini açıkladı. Bu şikayetlerde bulunan kişiler arasında yazarın gerçekten hastaları var mıydı merak ediyorum. Ancak bu kesinlikle mesleki bir merak değil. Tamamen insani. Zira ‘gerçek hayat’ ibaresi de asla ‘masum’ değildir. Mesela insan ne zaman ‘deli’ olur biliyor musunuz, ‘gerçek’ olanla yani gerçek hayatla bağını kopardığında. Bizler gerçekten ‘gerçek hayatımızı’ ne kadar seviyoruz acaba? O utandığımız delileri ve deliliklerimizi gerçekten sevebilseydik hayatlarımızda, iç dünyalarımızda dünyaya bakışımızda neler değişirdi, kim bilir…
Bildiğimiz tek şey Türkiye kendisinin oturmadığı (yada öyle sandığı) terapi koltuğunu sevdi. Ekranlardan izlediğimiz ezeli ve ebedi bu seanslar ve yine oturma odamıza fırlatılan bomba gibi vakalar son sürat devam edecek gibi görünüyor. Evet, memlekete psikiyatriyi ve psikoterapiyi tanıtma konusundaki ulvi görev başarıyla tamamlandı. Aynen; mafya dizilerindense ‘psikolojik dizi’ seyretmek daha evla. Hele ki A plus izleyici grubu yüksek ihtimal psikoloji mastırı için özel üniversitelerin yolunu tuttu bile. Dedim ya oturan ‘ben’ olmadığım sürece terapistlik şahane kırmızı oda bahane. Peki şimdi ne olacak? Yani her furyanın makus talihi suyunu çıkartana kadar artı sonsuza yürümekse belki de esas etik ihlal burada gerçekleşecek. Yani psikiyatri ve psikoloji alanında kendisinden kopulan bir ‘gerçeklik’ bile ortada kalmayacaksa; bu kurgulanmış hastalar ve kurgulanmış doktorlar yada terapistler gerçek hastaların ve gerçek doktorların yerini alacak. Bu sefer ‘ama sizin odanız kırmızı değil’ hayal kırıklığı belki hiç de yadsınamayan bir ‘gerçek’ olacak. Bir psikiyatri hastasının çektiği acı parmağı kopan birinin çektiği acı kadar gerçektir. Parmağı kopana başrol vermezler o ayrı. Yani demem o ki. Bunlar şovsevgili okuyucu. Tıpkı dünyanın en büyük sirkini kuran şovmen Barnum’un dediği gibi ‘burada herkese uyan bir şeyler var’. ‘Gerçek hayat’ hariç. Çünkü çocukluğunun yasını tutamamış yetişkinler olarak biz ‘gerçek hayatı’ sevmiyoruz. Nitekim bitirirken hatırlatalım: "Bu dizideki (ya da yazıdaki) tüm karakterlerin ve olayların gerçek kişi ve kurumlarla ilgisi yoktur. Tamamen hayal ürünüdür".