Covid-19’un günlük yaşamımızın ayrılmaz bir parçası olan çalışma hayatımıza olan olumsuz yansımaları olanca hızıyla sürüyor. Sürüyor ama bu sürüşü hızlandırmak isteyenlerinde olduğunu gördükçe daha da dehşete kapılıyoruz.
Çalışanlar işleriyle yaşamları arasında amansız bir ikilem içinde iken, ücretsiz izinler, kısa çalışmalar, onca işsizlik, salgın ve salgından ölümler işçiler arasında giderek yükselirken (İSİG en son 128 işçinin salgın nedeniyle öldüğünü açıkladı) bu can pazarı içinde dahi işverenler fantastik uygulamalar peşinde.
Emek dünyasında geçen haftaya damgasını vuran ve tartışmaları bu hafta da devam eden bu uygulamaların başında şüphesiz ki SGK’nın çalışırken Covid-19’ a yakalananları yayınladığı bir genelgeyle İş kazası mağduru ve/veya vazife malulü saymaması geliyor.
Bu hükümsüz uygulamaya olan tepkiler sürerken MESS, işçilerin boynuna takılacak bir “elektronik pranga” geliştirirdi. MÜSİAD ise bin işçinin ailesiyle birlikte yaşayacağı izole üretim üsleri açmaya hazırlanıyor.
Bu uygulamalara Emek tarafından tepki gecikmedi ve DİSK Genel Başkanı Çerkezoğlu, “ işçiler üzerindeki denetimi ve baskıyı artıracak bu uygulamaların kabul edilemez olduğunu belirterek, işçiler ve sendikal mücadele için yeni bir dönem başlıyor. Yeni bir toplumsal düzenin inşası için mücadele edeceğiz.” dedi.
Ülkemizde işverenlerce üretim kayıpların önlenmesi adına işçileri kamera ile izlemek, parmak izi okutmak, hatta tuvaletlere sensor koymak gibi hukuksal sorunlara yola açan bazı uygulamaların ciddi eleştiriler aldığını biliyoruz.
İçinde bulunduğumuz pandomi döneminde ise şimdi Türkiye Metal sanayicileri Sendikası (MESS) tarafından gündeme getirilen ve işçilerin “çalışırken sosyal (fiziki) mesafe kurallarına uyup uymadıklarını denetleyeceği” söylenen bu uygulamanın adı; ‘MESS-SAFE’ bu cihaz bağlı bir uygulama ile işçilerin, iş yeri içerisinde attığı adımları takip edecek. İşçilerin boyunlarına takılacak olan cihaz, çevresinde bulunan diğer cihazlar ile aradaki mesafeyi ölçerek fiziki mesafe kurallarına uyulmadığı durumlarda uyarı verecek.
Emek tarafı doğal olarak bu uygulamanın da içinde bulunduğumuz koşullarda esnek ve a-tipik hale dönüştürülmeye çalışılan çalışma hayatımıza “aradan kaynak” şeklinde sokulmaya çalışılan bir kriz fırsatçılığı ürün olduğunu düşünüyor ve sert tepkiler veriyor.
Benimse yıllar önce İş güvencesi yasasının hayata geçmesinin hemen sonrasında (2003-2004 yılları) işçinin performansına bağlı işten çıkarmalara yasal boyut kazandırma çabalarının sıkça tartışıldığı dönem aklıma geliyor. Bu dönemde ben yapılan tartışmaları Taylor’un BİLİMSEL YÖNETİM YAKLAŞIMI ile özdeşleştirmiştim.
Bir mühendis olan Frederick W.Taylor tarafından 1911 yılında ortaya atılan Bilimsel yönetim yaklaşımına göre, Taylor incelemelerinde sanayide çalışan işçilerin ekonomik olarak çalıştırılmadıklarını gözlemlemiştir. Bu durumun 2 önemli sonucu olmaktaydı:
- a) İnsanın iş sırasında yaptığı birtakım gereksiz hareketler zamanını ve enerjisini boşa harcanmasına ve kişinin çabuk yorulmasına sebep oluyordu.
- b) Çalışma zamanını tamamlayıp belli bir süre sonra işe paydos etmesi sonucunda elde edilen verim düşük olmaktaydı. Çünkü kişinin gereksiz hareketler yapması işçiyi yorarak saatler ilerledikçe verimi düşürmekteydi.
Bu sonuçlardan yola çıkarak Taylor işçinin hareketlerini tek tek inceleyerek gereksiz hareketleri belirledi ve belirli bir dinlenme süresi de ekleyerek bir iş için uzman işçiye gerekli zamanı teknik olarak ölçtü. Bu çalışma temposunda daha hızlı çalışanı ödüllendiren daha yavaş çalışanı cezalandıran bir sistem geliştirdi. İnsanı bir makine gibi gören bu sistem işçi sendikalarından büyük tepki aldı fakat sistem verimliliği önemli ölçüde arttırdığı için tüm dünyada kısa sürede yayıldı.
Şimdi insan ister istemez düşünüyor acaba işverenler 1911 yılında ortaya atılan ve işçiyi bir robot gibi gören bu yöntemden (aradan geçen 109 yıl) sonra yeni teknolojik yaklaşımlarla işçiden nasıl daha fazla verim almanın peşimde mi diye. Ne dersiniz?