Türkiye, tarihsel öneme sahip olduğu belirtilen –ki öyledir- seçimlerin ikinci turu için bugün sandık başına gidiyor. Bu yazıyı okuduğunuz saatlerde, “seçim yasakları” başladığı için, sonuçlara ilişkin doğrudan bir değerlendirme, yorum ya da kestirimde bulunmayacağım. Ancak, bu vesileyle sosyalist solun demokrasi ve seçimlere ilişkin tarihsel bakışına, teorik ve ideolojik yaklaşımına değinmekte yarar görüyorum. Daha doğrusu, demokrasi eleştirisini geri çekmenin yol açtığı ideolojik ve politik sorunlara dikkat çekmek istiyorum. Demokrasi eleştirisini solun geri çekmesi, sağlıklı ve tutarlı bir özgürlük mücadelesi verilmesini de büyük ölçüde sakatladı. Demokrasiyi insanlığın son siyasal tecrübesi olarak gören liberallerin yarattığı zihinsel kirliliğin siyasal maliyeti ağır oldu. Sosyalist sol zamanla liberal tezlerin etkisi altına girerek, toplumsal gücünü ve değiştirme kapasitesini yitirdi. Devrimci özellikleri bir retoriğe dönüşerek silikleşti. *** Öncelikle belirtilmelidir ki, yeryüzünde sınıflar üstü ya da sınıflar dışı bir demokrasi yoktur. Ne bugün ne de tarihte böyle bir demokrasi oldu. Demokrasi sınıfsal bir kavramdır. Dolayısıyla, demokrasi hâkim sınıf ya da güçlerin hukukunu ve siyasal düzenini ifade eder. Unutulmaması gereken en temel olgu budur. İnsanlığın bir toplum olarak yaşamaya başladığı ve sınıfların oluştuğu ilk çağlardan itibaren durum böyledir. Sınıfların ortadan kalkacağı komünist topluma kadar da öyle olacaktır. Tarihte ilk demokrasi deneyimlerinin antik Yunan’daki site devletlerinde yaşandığını söyleyebiliriz. Bu demokrasi, köle emeği üzerinde yükselir. Doğrudan ya da dolaylı şekilde köle sahibi olan özgür yurttaşların düzenidir. O nedenle siyaset terminolojisinde, “köleci demokrasi” kavramıyla karşılanır. Özgürlüğünü köle emeğine borçlu olan yurttaşlar, bu durumun sağladığı “boş zamanı” bilim, felsefe, edebiyat, kültür ve sanatla uğraşmak için kullanmıştır. Antik çağın bilim, felsefe ve edebiyatının bugün hala hayranlık bırakan görkeminin temelinde bu olgu yatar. Arenada ya da bir açık hava tiyatrosunda (amfitiyatro) toplanan özgür yurttaşlar, kentin (polis) bütün sorunlarını konuşur, karar verir ve yöneticilerini seçer. Politika kavramının kaynağı buna, dayanır. Politika, kentte /sitede, yani “polis” de konuşulan bütün konuları ifade eden kapsayıcı bir kavramdır. Politika “kentin işleri” ya da “kentte konuşulan her şey” demektir. Doğrudan bir demokrasidir. Ama küçük bir ayrıntı vardır; özgür yurttaşlar için geçerlidir. *** İkinci demokrasi deneyimi ise sanayi devrimi sonrasına, aydınlanma ve burjuva devrimlerinin yol açtığı sınıf mücadeleleri dönemine dayanır. Bu demokrasi, kapitalizm ve yurttaşlık hukukunun gelişimi ile ortaya çıkmıştır. Genel oy ilkesine dayanır. Ulusu oluşturan bütün insanlar yasalar önünde eşittir. Biçimsel bakamdan (yani yasalar önünde) sınıfsal farklılıklar ortadan kaldırılmıştır. Bu durum, insanlık tarihinde özgürlük için ileriye doğru atılan büyük bir adım, hatta sıçramadır. Ancak, mülkiyet ilişkileri (üretim araçlarının özel mülkiyeti) daha örtük, derin, sinsi ve o ölçüde de güvenli bir sınıfsal eşitsizlik düzeni yaratır. Bu burjuva demokrasisidir. Esas olarak kapitalist düzende sermayenin sınıfsal egemenliğinin örgütlenmiş formunu ifade eder. Bu bakımdan kapitalizm koşullarında yapılan en demokratik seçimler bile, son çözümlemede, egemen güçler iktidarını yeniden üretir. Geç kalan burjuva devrimlerinin yaşandığı Türkiye gibi ülkelerde ise, feodal ideolojinin (din, geleneksel kültür, töre vs) etkisi altındaki geniş yığınlar, burjuva anlamda bile demokratik kurumların tam olarak oluşmasını sağlayamaz. Böyle toplumlardaki uzun bir sürece yayılan demokrasi deneyimleri, feodal toprak sahipleri ve din adamları sınıfının etkisi altında, bilinci ve aklı bağımsızlaşmamış geniş yığınların oylarıyla, eski düzeni onaylamaktan başka bir işe yaramaz. Bu nedenle, geç kalan burjuva devrimlerinin egemen sınıfları, eski düzenin güçleriyle uzlaşarak, çarpık bir kapitalist düzen inşa ederler. Çoğunlukla baskıcı, otoriter, faşizan bir rejim oluşur. Kurulan parlamenter düzen, sürekli kesintilere uğrar. Çünkü, aklı ve vicdanı özgürleşmemiş kölelerin önüne sandık konulunca, onlar da kaçınılmaz olarak efendilerini seçer. *** Sosyalizm ise, işçi sınıfı demokrasisi ya da toplumsal demokrasi olarak nitelendirilebilir. Nitekim, sosyalist teorinin kurucuları da onu böyle tanımlamıştır. Ancak bu tanımlama tersinden yapılmış ve sosyalizmin aynı zamanda bir “proletarya diktatörlüğü” olduğu da ifade edilmiştir. Bu kavramsallaştırma doğru ve açık sözlü bir ifade biçimi olarak siyaset tarihi ve terminolojisinde yerini almıştır. Lenin, proletarya (işçi sınıfı) diktatörlüğü için, “burjuva demokrasilerinden milyonlarca kez daha demokratik” bir rejimdir der. Mutlak ya da tam demokrasi ise, özgürlük çağı diye de nitelendirebileceğimiz, sınıfların, dolayısıyla bugünkü anlamıyla devletin ortadan kalktığı, insanlar arasında her düzlem ve her düzeyde eşitliğin sağlandığı ileri komünal toplumda mümkündür. Komünizm dediğimiz toplumsal düzen budur. Bu düzen, insanlığın tam demokrasiye ve eşitliğe ulaştığı, bütünsel insanın oluştuğu, toplumsallaşmış bireyin ortaya çıktığı bir çağdır. İnsanlığın ve gezegenin bu aşamaya ulaşıp ulaşamayacağını henüz bilmiyoruz. Bu yazıda tartıştığımız burjuva demokrasisi, her türden adaletsizlik, sınıfsal eşitsizlik ve sömürünün üstünü pırıltılı bir şalla örter. İşte demokrasi o şalın adıdır. En gelişkin demokrasilerde bile seçimler, sisteme egemen olan sınıfların iktidarını -son çözümlemede- meşrulaştırma araçlarıdır. Seçimler, insanların kendi kendilerini yönettikleri yanılsamasını da besler. *** Peki, durum böyleyse, demokrasi için mücadele etmek gereksiz midir? Hayır! Tam tersine demokratik hak ve özgürlükler için verilecek mücadele, insanlığın özgürlük ve eşitlik hedefine ulaşmak için yolunu açan en önemli siyasal eylemlerden biridir. Ancak, bu kavgayı hakkıyla vermek, solun tarihsel, siyasal, felsefi ve ideolojik referanslarına yeniden iltica etmesiyle mümkündür. Benim düştüğüm “şerh” bundan ibarettir.