Çok acı çekiyoruz. İçimiz kavruluyor, nefesimiz daralıyor, kelimeler boğazımızda takılıp kalıyor. İttire kaktıra zoraki bir görev gibi günün geceye sonra da sabaha kavuşması. Geride kalanın suçluluğu her birimizin boynunda vebal gibi. Sayılara dökmeyi reddettiğim her biri annesi babası için tüm dünya demek olan genç insanları artık toprağa koymaktan bıktık usandık. Evladını kaybetmiş bir anne babanın dünyasına bir daha gün doğar mı ki? Ve yazarın dediği gibi bir çocuk öldüğünde neden kıyamet kopmaz ki?
Biz neden ölümle en kötü yerinden bu denli içli dışlıyız? En kötü yerinden yani zamansız olan ölümden. Eskilerin deyimiyle ‘sıralı olmayan’ ölümden… Huzurla uyusun şehitlerimiz, huzurla uyusun doktorlarımız, huzurla uyusun işçilerimiz… Dilim varmıyor devam etmeye. Zira ölümün yakıcılığı geride kalan için hayatı aynı hayat olmaktan çıkarıyor. Yaşanan kaybın ardından iyileşebilmemiz için yas tutmamız gerekir. Bu hem sağlık açısından hem de insani açıdan bir gerekliliktir. Yas tutamadan ne acı kabul edilir ne de acıyla yüzleşilir. Bizim kültürümüzde ölüm özel bir anlama sahiptir. Acı bir anlamda sahiplenilir. Mahallelerde bir cenaze olunca herkesin kapısı açılır, ziyaretçiler ağırlanır hatta mahalleli tarafından yemekler yapılır. Derin bir sessizlik olur. Yakınını kaybeden kişilerin yanında sessizce oturulur. Bizim kültürümüzde ölüme saygı vardır. Gürültü yapılmaz, soru sorulmaz, neden denmez. O anlatmadan hiçbir şey sorulmaz. Acılı kişi yüreği cayır cayır yanarken başını kaldırdığında komşusuyla göz göze gelir ve hisseder ki; bu hayat devam edecek. Bu ona güç verir. Şimdi olmasa da, eninde sonunda, hayat devam edecek... Eskiden bizim kültürümüzde ölüme saygı vardı.
Dedim ya, ölümün en kötü yeri. İşte orası; ardında mektuplar bırakarak göçüp giden gencecik insanlarımız... İntiharın simgesel bir anlamı vardır. Eskilerin tabiriyle eceliyle ölen kişiden farklı olarak canına kıyan kişiye içten içe bir öfke duyulur. Elbette konunun dini bir boyutu da vardır. Ancak burada bahsettiğimiz bir tür oyunbozanlık bir tür terk edilmişlik duygusu… ‘Özkıyım’ dediğimiz adı üzerinde insanın kendine yönelmiş (ya da içine attığı nesnelere) ağır öfkesinin taşmasıdır. İntihar eğilimi olan kişiler tedavi edilmelidir. Elbette bunun nörobiyolojik açıklamaları vardır. Ancak unutmayın ki, dünyaya geldiğimiz genetik paketin içinden özkıyım çıkabilmesi için ağır tetikleyicilere yani ağır strese ihtiyaç vardır. Çünkü bütün hastalıklar böyle ortaya çıkar. Ortada bir tetikleyici, sürdürücü etken yoksa hastalık da yoktur. Yani örnek vermek gerekirse kimse sadece depresyona genetik olarak yatkın olduğu için kendine kıymaz.
Kabul edelim, aramızdan her biri ayrılıp gittiğinde yani bu dünyadan bir eksildiğimizde tuhaf bir korku ve öfke uyanıyor içimizde. Hem kendimize hem de giden kişiye… Nasıl oldu da anlamadık? Neden karşı koyamadık? O giderken bizi hiç düşünmedi? Gidenlerin ardında bıraktığı mektuplarından öğreniyoruz kendi kurgusal gerçekliklerini. Kocaeli’nde bir haftada 5 genç işçi canına kıydı. Aslına bakarsanız yer yerinden oynamalı, değil mi? Yine geçim sıkıntısı nedeniyle evlatlarını komşuya bırakıp intihar ettikleri iddia edilen genç karı koca… Kocaeli’ne çalışmak için gelen ve sadece 25 yaşında olan Ünal Çetinkaya ardında bu satırları bırakmış: "Son zamanlarda maddi sorunlardan dolayı neler yaptığımı bilmiyordum. Kadınlara lütfen saygı gösterin, incitmeyin, şiddet uygulamayın, konuşmayı deneyin, ön yargılı olmayın, affetmeyi bilin. Sizleri seviyorum. Hoşça kalın.” Kadınlara saygılı, kibar, incelikli, barışçıl, affedici bir dünya dilemiş …
Ve asistan doktor Mustafa Yalçın. Uludağ Üniversitesi Tıp Fakültesi’nde görevli gencecik ışıl ışıl bir hekim. Uzun uzun anlatmış gitme nedenlerini. Sanki okuyan herkesi gidişine razı kılmak için çırpınmış. Kendini, iç dünyasını, hayallerini, özlemlerini hatta projelerini… Sahi tamamlanmış bir intihar mektubu olabilir mi ki? Mustafa Yalçın yoruldum diyor. Yoruldum. Dr. Mustafa Yalçın’ın satırları:
“İronik olan şu ki, insanların birbirine tahammül edememesine tahammül edemez oldum. İncir çekirdeğini doldurmayacak sebeplerle birbirine hakaret edenler, birbirini incitenler, kalp kıranlar beni ümitsizliğe sürükledi. Bu tip insanlarla muhatap olmak istemiyorum. Zorba insanlar güçlerini kullanarak korku krallığı kurup kendinden zayıfları tir tir titretiyorlar ve kalkıp da bir şey diyemiyorsun. Çünkü seni de üzüyor. Ezip geçiyor.”
Gün içinde sadece küçük bir sütunla geçiştirilen genç adamların ve genç kadınların intiharlarıyla adeta toplumumuz iç kanama geçiriyor. Gençleri görmüyoruz, göremiyoruz. Çünkü kendimizle meşgulüz. Oysa gerçekten çok acı çekiyoruz. Bizi terk eden her bir genç aslında bir parçamızı toprağa götürüyor. Ve yöneticilerin, siyasi otoritelerin, gücü elinde tutanların sanki her şeyi açıklarmış gibi kurdukları üstün körü bir cümleyle, ‘İntiharlar psikolojiktir’ diyerek nereye varacağını anlamak mümkün değil.
Mobbing psikolojik değildir, açlık psikolojik değildir, işsizlik psikolojik değildir… Bunlar hastalığı tetikleyen ve daha da kötüye gitmesine neden olan ana faktörlerdir. Hitler zulmüne ve insanlığın canavarlaşmasına tanık olan Stefan Zweig, veda kitabı Satranç’ta kahramanı Dr. B’ye şöyle dedirtir: “Yeryüzünde hiçbir şey insan ruhuna ‘hiçlik’ kadar baskı yapamaz.” Alabildiğine hiçliğin ve safsatanın hüküm sürdüğü bu dünyada binlerce yıldır birbirimize ‘tutunarak’ yaşıyoruz gençler. Çünkü bizim size tutunmaya ihtiyacımız var.