Gençlik ne büyük bir yanılsama değil mi?
Hayatın tüm heybetiyle yaptığı şov. İnsan kendini bitimsizliğe inandırıyor. Hoş başka türlü nasıl yaşayabilir ki? Ölümlü olma gerçeğini bile bile ertesi günün derdine düşebilmek başka nasıl mümkün olur… Gönül rızasıyla bir kurmacaya inanmak, hayatın anlamı değilse ne?
Platon sanatçıları sevmez. Taklitçidir onlar. Kopyanın kopyasını yaptıkları için değersizdirler. Aslında esas bahis şair filozof dalaşmasıdır. Yani paylaşılamayan şey aslında gerçeğin bilgisidir. Gerçeğin peşindeki filozof ve gerçeği sulandıran sanatçı. Siz nasıl kurgularsınız kendi gerçeğinizi? Katıksız buz gibi çelikten mi olsun hayatınız yoksa hadsiz bir sanatçı tarafından sulandırılmış mı olsun? İşte o hadsizlerden biriydi dedektif David Addison… Sözü felsefeden açınca illa büyük sözler beklenir ama hayat (hayatımız) gündelik yaşam içinde pek sade ve küçük sözlerle geçer. Yani demem o ki, bir televizyon etrafında dünyayı, diğerlerini ve ergenliğimizi anlamaya çalışırken ne cazibeli ne zeki ve de ne gözüpek biriydi Bay Addison.
80’li yılların sonu yani hayallere dalmaya ve hatta kandırılmaya en müsait olduğumuz yıllar. “Hey Mavi Ay var bu akşam…“Yanılmıyorsam Cuma akşamlarıydı. En şahane gün, yarın okul yok. O yıllarda hepimizin büyük aşkıydı Bruce Willis. Çok ciddi işleri büyük bir ciddiyetsizlikle yapan komik, serseri bir adam. Tuhaf bir görev adamı. Onu ünlü yapan bu rol 5 Altın Küre’den Altın Ahududu ödülüne (en iyiden en kötüye) giden yolculuğun da başlangıcı. Kekemeliği aktörlüğüyle yenen bıçkın delikanlı hiç Oscar alamadı. Bunu kafasına takmış mıdır, sanmam. Zira kabul ettiği rollere baktığımızda sadık izleyicileri onu pek de seçici olmamakla suçluyordu. İki evliliğinden beş çocuk sahibi olan Willis gerek özel hayatı gerekse politik tutumuyla da eleştirel alıyordu. Yani Bay Addison öyle pek de entelektüel bir star olamamıştır. Hatta Acun Ilıcalı’nın programında kutu açmışlığı bile varmış. Ağır bir star olmak zorunda mıdır, o da ayrı bir konudur. Zira fanlar bir türlü artistlerin esas işinin yalan satmak olduğunu kabul etmezler. Bir yalanla özdeşim kurmak ne büyük bir hayal kırıklığıdır. Hele de bir ergen için.
Takma adı Bruno olan kahramanımız aynı zamanda müzisyendir. Mesela Mavi Ay’da Maddie’ye çaldığı mızıkasını hepimiz hatırlarız. Çok çalışkan ve marifetli bir Hollywood starıyken, oynadığı son filmlerle yerden yere vurulmaya başlandı. Gerçekten dünyayı kurtaran adamken son filmlerinden anlıyoruz ki, dünyadan yavaş yavaş demir alan başka bir kahramana dönüşüyordu. Gelgitli ruh hali medyaya yansımıştı. Neden o kötü filmlerde oynadığı merak konusuydu. Replikleri unutuyormuş, kameraya boş boş bakıyormuş… Oysa ne de gamsız görünüyordu Bay Addison. Acaba ilk ne zaman unutmaya başlamıştı? Sözcükleri unutmak, kişisel tarihimizin yavaş yavaş silinmesi… Kelimeleri unutmakla başlayan boğucu kara delik… Ve bunun isteğimizin dışında olması. O zamana dek tanıdığımız herkesin ve her şeyin bir anda sıfırlanması. İnsanın kendi öksüz kalma öyküsünü canlı canlı izlemesi gibi; unutmak.
Hasta yakınları için de çok zordur. İlk akla gelen bir gün beni de unutacak mı, sorusu. Annemiz, babamız, eşimiz, kardeşimiz… Unutmak, yüzyıllık bir çınarın köklerini topraktan ayırmak gibi. Tarifsiz bir acı. Yetişkin suretinde medet uman gözlerle etrafa bakan bir yeni doğana dönüşmek. Bedeli ağır. Mesela Bruce Willis’e son yıllardaki oyunculuğundan sebep en kötülere verilen Altın Ahududu Ödülü layık görülmüş sonra da hastalığından sebep geri çekilmiş. Ne gam. Bay Addison için ne demiştik en ciddi işleri büyük bir ciddiyetsizlikle yapan komik polis. Bir oyuncu yalan satar. Yalanın en tatlı halini. Beş çocuğu için kalan yıllarını nakite çevirmeye çalışan bir baba olarak mı hatırlanmak isterseniz yoksa Zor Ölüm’ün kahramanı McClane olarak mı? Willis büyük lafların da büyük filmlerin de adamı değildi. Mavi Ay’ın meşhur şarkı sözlerinde dediği gibi sadece Blues’u ve cesurları seven bir yabancıydı…
Yazının Kitabı: Latife Tekin – Unutma Bahçesi
Ve Şarkısı: Al Jarreau -Moonlighting