Bazı kitaplar bazı filmler böyledir. Yüzünüze yüzünüze çarpan dalgalar gibi. Hem hoşunuza gider hem de yolumdan çekilse de devam etsem dersiniz. Yusuf’un da yani Kıvanç Tatlıtuğ’un da âşık babası Heves Ali ile (Settar Tanrıöğen) derdi burada başlıyor.
Üstünüze kalan bir suç gibi karşılıksız bir aşk gibi. 25 yıl boyunca evladını bir kez aramamış sormamış baba, elinde sazıyla yağmurlu bir Kırşehir gecesi özür diler gibi kapıyı çalarak aslında vedalaşmaya geliyor. Ve Yusuf’un da amansız imtihanı başlıyor. Gitmek mi zor kalmak mı?
Sahi neden bizim coğrafyada gitmek-gidebilmek lüksü babalara ayrılmıştır. Ya da bu bir lüks müdür? Yusuf da babası Heves Ali’ye bunu soruyor. Aslında duymak istediği, kendi varlığının sadece bir ‘heves’ten ibaret olmadığı. Türküleriyle gönüllere giren bu koca çınar ; hiç değilse ‘sazı kadar’ seveydi adalet arayan avukat oğlu Yusuf’u. Sazı kıskanır mı insan? Bilmem Yusuf’a sormak lazım. Film boyunca ne tutabilmeyi becerdi ne kırabilmeyi. Babasının ‘hevesiyle‘ bakıştı durdu, kardeşini kıskanan ağbi gibi.
Roman Kemal Varol’un yönetmenlik Özcan Alper’in. Âşıklar Bayramı Özcan Alper’in ilk filmi Sonbahar’dan sonra içimi dağlayan ikinci Yusuf vak’ası. Bence şahane bir film olmuş. Yusuf’un sorduğu soruya cevap vereyim. Adalet varsa Oscar da Settar Tanrıöğen’in olmalı. Yine bizim coğrafyanın acısını içine gömen bilge kadın Zere (Laçin Ceylan) ne güzel anlatıyor. (Ki bence ikinci Oscar onundur). Diyor ki oğul Yusuf’a “Ona kızma, kötü biri değil. O böyle biri”.
Hadi gel de kabullen. Oh ne kolay diyor, Yusuf da. Heves Ali böyle biri. Âşıktır. Hayranları vardır. Herkesin saygısını hürmetini kazanmıştır. Gönlünü kadınlara kaptırır. Onların da canını yakar. Ama helallik almak için ayaklarına gider. Oysa 25 yıl aramadığı oğluna öyle uzaktan uzaktan bakar. Ne yapacağını bilmez bir halde. Zor duyulan bir sesle ancak ‘hakkını helal et’ der.
Yusuf hala anlamaya çalışır. Cevabı olmayan soru zihnini kemirir durur: Ben sevilmeye değer bir çocuk değil miydim? Film boyunca onu arayın kızın telefonunu açmaz. Aşık olduğu bir kadın yok. Baba olmak ister mi, sanmam. Fotoğrafta yakasındaki tozu silken babasına hayran hayran bakan o çocuktur hala. Hem Heves Âli hem de Yusuf vizöre bakmayı beceremediler. Bir fotoğrafları yoktu. Yani Yusuf’a göre yoktu. Heves Âli’ye göre varmış. Yusuf için ne kıymetliydi o selfie. Artık Yusuf gülümsüyordu, babası yanındaydı. Heves Âli çoook uzaklardan baksa da hiç olmazsa bir yatılı okul sabahı Yusuf’u almış kadar olmuştu.
Bizim coğrafyada o kadar çok Yusuf ve o kadar çok Heves Âli var ki. Yarım kalmışlıklar üzerinedir çoğumuzun aile öyküsü. Bazen birlikte bazen kayıplar içinde. Freud der ki ne korkunç bir şeydir babanın korumasından mahrum bir çocukluk geçirmek. En çok baba inandırır çocuğu dünyanın güvenli bir yer olduğuna. Babayla boyunu ölçer çocuk, onu devirmeye çalışır. Doğanın düzeni budur. Ve yine babasına meydan okuyamayan çocuk büyüyemez.
Bizim hikayemiz keza Yusuf’un hikayesi ne kadar tanıdık değil mi? Bazen gitmiş olan bazen varlığı yokluğundan fena babalar üzerine. Ve en çok ansızın çıkıp gelmeleriyle açılır eski defterler. Kocaman bir sessizlik. Çelikten zırh gibi babalık. Taşıması zor çıkarması mümkün değil. Neden sorusunun cevabı yok. Zere kadın veriyor cevabı filmde. Kabul etmek, saygı duymak, anlamaya çalışmak.
Evet, baba hep yarım kalmış bir kelimedir. Çünkü anne diye bağırdığımızda hemen ne istediğimizi söyleriz. Ama baba diye bağırdığımızda bir şey olmuştur. Kolay tamamlanmaz o cümle. Çoğu zaman yutkunuruz.
Hasılı bizim topraklarda babalar da yarım kalır. Belki o da kendinden önceki eksiğin mağdurudur. Sizin yine de fırsat varken babanızla bir resminiz olsun…