Bu bir özşefkat yazısı. Kendimize merhamet duyma çağrısı.
‘Işık biraz daha ışık’ serzenişini, ‘nefes biraz daha nefes’ olarak yaşadığımız bu günlerde dengemiz oltada balık gibi çırpınmakta. Akreple yelkovan arasında, duvarla gölge mesafesinde sıkıştık kaldık. Hasılı bize bir can gerek. Yeniden yaşadığımızı bize hissettirecek bir can.
İnsanın yaşamla kurduğu bağı en çok hissettiği o anlar, katıksız gerçek değilse nedir? Genç bir kadının (kadınların) alenen yok edilişi, karın tokluğuna canı cebinde yolda fırtınada savrulan işçiler ve gözden gelinemez bir ‘açlığın’ ürkütücü ayak sesleri…Sahi katıksız gerçek, yok ediliş değilse nedir? Ve açlık tüm dünyanın üzerinde uzlaştığı bir kiralık katil değilse nedir?
Heyhat, açlıktan insanlar ölüyor. Hadi kendimizi inandırana kadar tekrarlayalım bu cümleyi. Çünkü aslında inanmıyoruz. Üzerine düşündükçe içinizi gözlemleyin. Ne pis bir bunaltı değil mi? Tıpkı açlığın verdiği bunaltı gibi…
Bizler dünyanın ‘açlık çağına’ denk geldik. Açlığını sergileyen açgözlülere karşı açlığını gizleyip sineye çekenlerin dünyasına. Hiç doymayacak gibi hınç alırcasına yiyenlerle artık yemekten vazgeçen ‘açlık sanatçılarının’ zamanı düştü payımıza. Açlık Sanatçısı, Kafka’nın ölmeden önce yazdığı son öykü. Bir kafesin içinde açlıktan gün be gün kuruyan bir adamın yok oluşunu anlatır. Bu ‘seyirlik açlık’ artık sirk müşterilerinin ilgisini çekmez olduğunda zaten açlık sanatçısı dünyaya çoktan veda etmiştir. İnsanlığın en pasif direnişini açlık sanatını icra eden bu sanatçının yerine sirk sahipleri bir panter koyarlar. Artık ziyaretçiler görmek bile istemedikleri kemik yığının yerine bu pantere hayranlıkla bakarlar:
“Panterin her şeyi vardı. Bakıcılar hiç tereddütsüz hayvanın sevdiği tüm yiyecekleri getiriyorlardı; özgürlüğünü bile aradığı söylenemezdi; ihtiyacı olan her şeyinin neredeyse tıksırana kadar tedarik edildiği bu asil vücut, çevresinde özgürlük barındırıyor gibiydi, sanki bu özgürlük çenesinde bir yerlere takılmıştı; hayattan aldığı haz gırtlağından öyle bir güçle dışarı çıkıyordu ki onu izleyenlerin kaçmaması mümkün değildi. Fakat yine de bu duygunun üstesinden gelip kafesin etrafına toplaşırlar ve oradan asla ayrılmak istemezlerdi.”
Yazarın dediği gibi tokluğun seyriyle açlığın seyri bir olur mu hiç… Mesela insanın kendini gerçekleştirme arzusuyla dünyaya geldiğini iddia eden insancıl psikolojinin kurucularından Maslow, ihtiyaçlar hiyerarşisinin temeline açlığı pardon tokluğu koyar. Bu ihtiyaçlar piramidinde en temel basamak fizyolojik ihtiyaç yani tok karnına yaşama ihtiyacıdır. Bundan sonra güvenlik gelir sevme sevilme gelir değerler gelir. Ve rahmetli hocamız Ünsal Oskay en büyük ahlaksızlık aç olandan ahlak beklemektir derken Maslow’un kulaklarını çınlatır.
Savaşlar görmüş dünyamız yoksulluğun yabancısı değilken neden bizim payımıza ‘açlığın çağı’ düştü peki? Anlaması da zor anlatması da… Bu bir özşefkat yazısı olmalıydı. Çünkü buna gerçekten ihtiyacımız var. Kafeste arsızlığını sergileyen panterlere karşı gururlu birer açlık sanatçısı olmak yerine yaşamı seçmeye ihtiyacımız var. Hatırlayın, ekonomik kriz dönemlerini ve veba gibi yayılan özkıyım haberlerini. Tam tersi demeliyiz ki; bize bir can gerek. Yaşayan ve yaşatacak olan bir can. Sosyal yayılma denilen şey illa kötü olacak diye bir kural yok. Pekala umut da bulaşır umutsuzluk gibi. Cesaret de bulaşır korku gibi. Ve açlığı hatırlamalıyız… Açlığın bir insana yapabileceklerini ve yaptırabileceklerini…
* Bu yazı tanesi 3,5 tl olan can dostumuz sokak simidine ithaf edilmiştir.