Yetmez ama bir özür gerekmez mi?

Yayın tarihi: 26 Ağustos 2022 Cuma 8:50 am - Güncelleme: 26 Ağustos 2022 Cuma 8:50 am

Demet Cengiz

Email: [email protected]

Twitter: @demetce

Bu yazıyı, Karar Gazetesi’nde Türkiye Cumhuriyeti’nin 11. Cumhurbaşkanı Abdullah Gül ile yapılan söyleşiyi okuduktan sonra 5 Ağustos’ta kaleme almıştım. Gül, din ve devlet işlerinin birbirinden ayrılması gerektiğini söylemiş ve liyakata dikkat çekmişti. Söyleşiyi okuduktan sonra pembeleşerek titreşen bir sahneden maziye uzanmıştı aklım. Ve bütün düşündüklerim şöyleydi:

80 darbesinin itinayla yetiştirdiği ‘apolitik’ kuşaktanım ben. 1999 yılında üniversiteden mezun olurken bir arkadaşımızın şakasına meze yaptığı üç büyük olay olmuştu bizim kampüste: İkisi kafeteryada yer kapma yüzünden, diğeri kız meselesi yüzünden. Belki iletişim fakültesinde okuduğumuz için gündemimiz çoğunlukla medya (Reha Muhtar’ın hepimizi meslekten soğutan berbat haberciliği), sinema ve edebiyat olurdu. Politik bilincin düşük olması elbette kötüydü ama bugün 10 yaşında çocukların bile ülke dertleriyle, geçim sıkıntısıyla kahırlanmasının da ideal durum olduğu söylenemez.

Üniversiteyi bitirip iki yılımı yurtdışında geçirdim ki bu da ülke gündeminden iyice uzak kalmama neden olmuştu. Ülkenin kaderindeki en önemli kırılmalardan birinin yaşandığı 3 Kasım 2002 seçimlerinde ise Güney Afrika’da inşaatlarda çalışıp evsizlere ev yapıyordum. Türkiye’ye dönüp Hürriyet Gazetesi’nde işe başlamamla AKP’nin iktidara gelişi aynı tarihlere denk geldi.

Gazeteciliğe yeniden döndüğüm 2002 yılından itibaren röportaj yaptığım çoğu iş dünyasının önemli temsilcisi insan, AKP’ye şans vermekle birlikte ‘gizli bir ajandası’ olabileceği endişesini ‘off the record’ paylaşırdı.

 

DARBE Mİ ŞERİAT MI?

Henüz o günlerde ‘endişeli modern’ ve ‘laik atak’ tanımlamaları yapılmamıştı ama “Türkiye İran mı olacak” endişesi taşıyanlar az değil ki aradan birkaç yıl geçtikten sonra bir de karşımıza “Malezya’ya dönüşme” tartışmaları çıkacaktı.

İranlaşma konusunda endişe taşıyanlar haksız mıydı? AKP’yi doğuran Refah Partisi’nin başındaki Necmettin Erbakan, “Kanlı mı olacak kansız mı” dememiş miydi? İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı olduğu dönemde Recep Tayyip Erdoğan, demokrasiyi bir araç olarak gördüğünü açıklıkla ifade etmemiş miydi?

Ülkenin kadersel kırılması 2002 yılında gerçekleşmiş olsa da asıl büyük değişim AKP’nin oy oranını yüzde 47’ye çıkardığı 2007 genel seçimlerinin (temmuz) ve onu takip eden cumhurbaşkanı seçiminin (ağustos) ardından başladı. Bu ikisinden önce yaşanan ‘367 toplantı yeter sayısı’ rezaleti ve ‘e-muhtıra’ ayıbı da unutulmamalı.

Cumhuriyetin kuruluş değerlerini ve laikliği savunanların ‘Cumhuriyet Mitingleri’ de o tarihlerde düzenlenmeye başlandı. Üstten bakışla ‘Cumhuriyetçi teyzeler’ olarak anılan bu insanlar, neredeyse bütün siyasi öngörüleri gerçekleşmiş tek gruptur Türkiye’de. Ki onlara yapıştırılan ‘darbeci, laik, Kemalist, militarist’ vb. yaftaları unutmak mümkün değil. O günlerin popüler sorusu ise şuydu: Darbe mi şeriat mı?

2007’de 20’li yaşlarımı geride bırakıp 30’larımda ilerlemeye başlamıştım. Ben o günlerde de bu soruya bir yanıt vermedim şimdi de vermiyorum. İki kötüden birini seçmek zorunda değildim. Daha iyi seçeneklerimiz olmasını arzuluyordum. Ben bir gençtim ve bana daha iyi sorular yöneltilmesini bekliyordum.

 

GÜLEN Mİ ERDOĞAN MI?

2007 yılını önemli kılan bir diğer gelişme de, Haziran ayında Ümraniye’de bir gecekonduda 27 el bombasının bulunması ile başlayan Ergenekon ve benzeri soruşturmalardır. Yapılan hukuksuzluklar, uydurulan deliller, kurulan kumpaslar herkesin malumu…

Daha sonra iş döndü dolaştı anayasa değişikliğine geldi. “Yetmez ama evet” dediler. “Yetmiyorsa ‘evet’ demeyiniz, sayın büyükler” dediğimizde bu kez ‘Kenan Evrensever’ olduk. Aradan çok da uzun bir zaman geçmemişti ki cemaat ve AKP arasında gizli gizli bir kavganın sürdüğünü duymaya başladık. Bu duyumu dile getirenler fitneci olmakla suçlandı. Fitneciler susturuldu ama dershane kriziyle çekilen kılıçlar, 17-25 Aralık soruşturmalarıyla daha çok bilendi. O zamanın gizli gizli dile getirilen sorusu ise şuydu: Gülen mi, Erdoğan mı?

İstemediğinle hiç istemediğin arasında tercih yapmaya zorlanmak bir işkence çeşididir. ‘Cumhuriyetçi teyzeler için’ Gülen hiç istenmeyendi, Erdoğan ise demokrasi menüsünde tercih edilmeyen.

Biz bir gençliği geride bıraktık. Bize daha iyi sorular sormadılar. Bize daha iyi seçenekler sunmadılar.

 

GENÇLİĞE BORÇLUSUNUZ

15 Temmuz darbe girişimi kabusunu ise hep birlikte yaşadık. Fakat her nasılsa aldatılmış olmak, hiç inanmamış olmaya yeğ tutuldu.

Şimdilerde memleketi kurtarma sohbetlerinde ‘suç paranoyası’ içinde (çünkü neredeyse her şey hem suç hem de suçlar suç değil) Türkiye’de iç savaş çıkması ihtimali konuşuluyor. SADAT gibi paramiliter gruplara dağıtıldığı iddia edilen silahlar, ülkeye kontrolsüzce giren -savaş deneyimlisi olma ihtimali pek yüksek- er kişiler de bu korkuyu büyütüyor.

Bugünün gençlerine de daha iyi seçenekler sunulmuyor ne yazık ki. Soru çalma, adam kayırma, kıyak ihale, mülakatta eleme… “Ey genç, gurbetçi mi olmak istersin, kendi ülkende mülteci mi?” Bu da iyi bir soru değil ne yazık ki.

Ta en başından beri ne istiyordu Cumhuriyetçi muhalifler? Laik, demokratik bir hukuk devleti olmayı. Türkiye’nin karnesi hiçbir zaman pek iyi olmadı. Evet, olmadı ancak hiç bu kadar kötü de olmadı.

Mezardaki ölülerini kaldırıp referandumda ‘Evet’ diyenlerle saf tuttunuz, sayın liberaller. “Yetmez ama evet” dediniz. Bir kez olsun haklı çıkmadınız. Tek bir tane siyasi öngörünüz gerçekleşmedi. Bir kez olsun çıkıp da o yıldızlara değen egonuzu bir kenara bırakıp ağız dolusu bir özür dilemediniz. İkinci cumhuriyet diye tutturdunuz; katkılarınızla yaratılan ülkenin yeni siyasi, ekonomik, sosyal ve kültürel tablosundan kendinizi hiç mi sorumlu hissetmiyorsunuz? Yetmez ama bir özür dilemeniz gerekmez mi?

Tek bir kişi bile yaptıklarının sorumluluğunu almıyor bu ülkede. ‘Kullanışlı aptal’ olmakla, kandırılmakla, aldatılmakla övünüyorlar neredeyse. Kimsenin hesabı kapatmaya, helalleşmeye niyeti dahi yok. Borcunuz var. Bütün bu gençlere, gençliği harap edilmişlere, haksız yere hapis yatanlara, Gezi mahkumlarına, madenlerde can verenlere, katledilen kadınlara borcunuz var.

 

İNSAN GERÇEKTEN HAYRET EDİYOR

Abdullah Gül’ün Karar Gazetesi’nde Mehmet Ocaktan’ın sorularını yanıtlarken “Din, siyasetin dışında olmalı” demiş. İnsan gerçekten hayret ediyor! Siz ki bu ülkede vekil oldunuz, bakan oldunuz, başbakan oldunuz, cumhurbaşkanı oldunuz; bir kez olsun bu memleket kurulurken ‘laiklik ilkesi’ neden benimsenmiş acaba diye düşünmediniz mi? Bizlerin yaşamı, ülkenin istikbali sizin her hatayı kendinizin yaşayıp öğrenmesine mi bağlı? Bir kez olsun gelinen noktada sorumluluğunuz olduğunu kabul edip özür dilemeyi düşünmediniz mi? Sekiz yıldır cumhurbaşkanlığından emeklisiniz, sağlığınız sıhhatiniz yerindedir ve kulağınızda bir sorun yoktur umarım.