Meşhur kuşak teorilerini bilirsiniz. Kuşağını söyle sana kim olduğunu söyleyelim. İnanırsınız ya da inanmazsınız nihayetinde her birimiz içine doğduğumuz koşulların izlerini taşıyoruz. Ailemizin hatta atalarımızın tarihi bir yönüyle bizim tarihimiz. Yani o şahane ifadeyle: Atalarımızın yaraları çocuklarımızda kanıyor. Peki aynı öyküdaşlık sürüyor mu sizce?
Günümüz ergenleri yani Z kuşağının sonları ve yeni gelen Alfa kuşağı size yani anne babalarına ne kadar benziyor? Çocuğunuzla aranızda ne gibi farklar gözlemliyorsunuz? Evet, ergenliğimizi unutuyoruz. İyi ki de unutuyoruz. Zira onca acıya gerilime hayal kırıklığına can dayanmaz. Netice ergenlik bildiğimiz ergenlik, yası da aynı yas. Çocukluğa veda yetişkinliğe merhaba, hep hüzünlü hep incitici. Fakat bir şeyler değişiyor. Dünya vatandaşı olsunlar diye kendimizi paraladığımız evlatlarımız dünya değiştikçe değişiyorlar. Hatta dünyaya benzemeye başlıyorlar. Yani sizin anne babanızla öyküdaşlığınız sizin çocuğunuzla kendi aranızda var mı acaba? Bizim öykümüz aynı öykü mü?
Alfa Kuşağı (2015 doğumlular) daha fantastik daha cool kendi deyimleriyle daha havalı değiller mi sizce de? Onların pek kimseye ihtiyacı var mı, hele de aileden? İşin şakası bir yana, öykü değişiyor. Öykümüz değişiyor. Ve X (1965-1980 doğumlular) kuşağı ebeveynler fena halde demode kalıyor. Aradaki boşluk açıldıkça açılıyor. Şimdilerde otuzlu yaşlarının sonu kırklı yaşlarının ortasını yaşayan ebeveynler için kendi ailelerinden miras en önemli kavram belki de ‘hayat güvencesi’ lafıydı. Hayatını garantiye al, kendini garantiye al, risk alma. Yani dünyanın en sıkıcı hayatı. Her günün planlı programlı ve rutin. Çünkü dışarısı korkunç bir yer. Orda savaşlar var yoksulluklar var kaybedenler var. İşte o kaybedenlerden olmamak için okumak, çalışmak ve uyumlu bir birey olmak zorunluluğumuz (korkumuz) tüm hayatımızı ele geçirmişti. Hayatımızı diyorum çünkü ben de bir X kuşağı mensubuyum. Dolayısıyla bir soğuk savaş çocuğunun internet devriminin göbeğine doğmuş bir çocuğu anlaması ne kadar mümkündür varın siz hesap edin.
Bir de iptidai addettikleri bir yaşam formu var. Sıradan olan mecburi olan resmi olan ve hiç heyecanı olmayan solmuş bir hayat yaşanmaya değer midir? Oldukça felsefi ve oldukça eklektik bir dünya görüşü rengarenk çıkıveriyor karşımıza. Ellerindeki minik dünyaları onları ‘oldukça özel’ kılarken ‘bir sürünün mensubu’ olarak oturdukları sınav salonu buz gibi duvarlarıyla adeta bir morgu çağrıştırıyor zihinlerinde. Hadi dürüst olalım, bizler çocuklarımızın hiçbirini sınavlarda başarılı olsunlar diye yetiştirmiyoruz değil mi? Hatta sizin evde hiç sınav konuşulmaz. Ama hepimiz bayılıyoruz kendi öğrenciliğimizi ÖSSve ÖYS’de ne kadar başarılı olduğumuzu anlatmaya. Gerçekten de ne zordu bizim zamanımız. Koca İstanbul’da bir psikoloji bölümü vardı, İki felsefe bölümü vb. Bizler gri formalarımızla sıkıcı görev adamlarıydık. Onlar değil.
Şimdi tahayyül edin, Pazar günü nasıl bir eziyet bekliyor çocuklarımızı. Küçücük yürekleri kuş gibi çırpına çırpına göğüslerine sığmayacak. Lise Giriş Sınavları çocuklarımız için gelişimsel olarak çok ama çok ağır bir sınav. Akademik tarafını zaten geçtim. Herhangi bir matematik öğretmenine sorun bu trajediyi size daha iyi anlatır. Ve ben 22 yıldır bu sınavdan (adı her ne olursa olsun) mutlu çıkan bir öğrenciye rastlamadım. Girdikleri okul ne kadar iyi olursa olsun akılları hep bir üst tercihlerinde. Dolayısıyla bir çocuğun LGS’de başarılı olması demek bu sınav sürecini ruhen ve fiziksel olarak hasarsız atlatması demektir. Ve işte o cümle geliyor: Lütfen çocuğunuzu rahat bırakın. Rahat kalabilsin ki düşünsün, kendisi, hayatı ve geleceği üzerine düşünsün.
Ve unutmayın ki bizim öykümüz bize onların öyküsü onlara. Tarihin en sıkıcı dönemini miras alan bizlerin korkuları, travmaları bize ait onlara değil. Yani artık atalarımızın yaraları çocuklarımızda kanamasın. Hayat X kuşağının sandığından çok daha eğlenceli. Her biri bu sınav salonuna girebildikleri için benim gözümde kahraman olan her çocuğu başarısından dolayı kutluyorum. Enseyi artık karartma X kuşağı…