1960’lı yıllarda Birleşmiş Milletler bursuyla gittiğim Michigan Üniversitesi’nden döndüğümde, Siyasal Bilgiler Fakültesi’nde ve Ortadoğu Teknik Üniversitesi’nde kadro bulamadım.
Tam bu sırada Ankara’daki ikinci Tıp Fakültesi olan Hacettepe, üniversite olmak için sosyal bilimleri kurmak istiyordu.
Türkiye’de Tıbbın Sosyalizasyonunu gerçekleştiren, doğum kontrolünü, aile planlaması çerçevesinde bir insan hakkı olarak topluma kazandıran büyük devrimci Prof. Nusret Fişek’in desteğiyle...
İlk görüşmemizde beni reddeden İhsan Doğramacı’nın fikir değiştirmesi sonunda Hacettepe’ye girdim.
Hacettepe’nin Üniversite’ye dönüşmesi için Sosyal Çalışma Yüksek Okulu’nu kurdum ve Tıp Eğitimindeki ilk kredi sistemine dayalı eğitimi ve bu eğitim içindeki sosyal bilim programlarını hazırladım.
Bütün bunlarla meşgulken, ülkemin toplumsal bilimlerindeki yayın eksiklerini tamamlamak ve sahadan veri toplamak için de deli gibi çalışıyor, hem kütüphane araştırması hem de sahada, Ankara, İzmir, Kayseri kentlerinde, gecekondu araştırmaları yapıyordum.
Sonuç olarak ilk üç kitabım 1970’in başında hemen hemen aynı anda basıldı:
İki kuramsal kitap ve bir saha araştırması.
Saha araştırmam, İzmir’de kentsel aile ile ilgiliydi.
Kuramsal kitaplarımdan biri “Sosyal Çalışma’ya Giriş” adıyla, kurduğum okuldaki mesleği anlatıyordu.
Öteki ise Türkiye’de eksikliğini hissettiğim “Toplumsal Değişme” kuramları hakkında tarihsel ve kuramsal bir ansiklopedik incelemeydi. (Sonradan “Toplumsal Değişme Kuramları ve Türkiye Gerçeği” adıyla genişleterek yeniden yayımladım.)
İşte bu kitabı yazarken, toplumsal değişmeyi hem evrimci hem de devrimci yaklaşımla ele alan kuramları irdeledim.
Toplumsal değişmeyi bir çatışma süreci içinde ele alan, hem “Büyük Boy”, yani bütün insanlık tarihini açıklamaya çalışan diyalektik kuramları hem de “Orta Boy”, yani toplumsal değişmeyi tek bir toplum düzeyinde çözümlemeye çalışan çatışmacı kuramları değerlendirdim.
Bu çalışmalarım içinde çok net olarak gördüğüm bir süreç var:
“Özgürleşme, çağdaşlaşma, modernleşme, laikleşme, demokratikleşme” denilen süreç, insanlığı zorunlu olarak din tarım toplumlarının otoriter ve baskıcı eğilimli aile yönetimlerinden, kentsel endüstriyel toplumların çeşitli kesimleri temsil eden siyasal partilerin diyalogcu uzlaşmacı yönetimlerine geçiriyor.
***
Günümüzde bir ülkede, henüz kalıntılar halinde varlığını devam ettirmeye çalışan din tarım toplumlarının aile yönetimlerini, baskıcı yöntemlerle uygulayıp toplumu geri götürmeye çalışırsanız başarılı olma şansınız sıfırdır:
Baskı aracı olarak kullanacağınız ideolojiler açısından din ve mezhep anlayışına ırkçılığı ve milliyetçiliği de eklemek ve baskıyı artırmak için ülkeyi savaşa sokmak zorunda kalırsınız...
Ama bu da sizi başarıya götürmez, olsa olsa iktidardan düşmenizi hızlandırır.
Çünkü günümüzde, bazı toplumların tüm insanlığın evrim çizgisine aykırı bir biçimde çağ gerisi yönetimlerini sürdürmeleri (en azından geçici bir süre için) olanaklı ise de bir toplumun kendi evrim çizgisini zorla, baskı yoluyla, hangi ideolojiyi, hangi savaşı kullanırsa kullansın, geriye döndürmesi olanaksızdır!
İşte siyasetteki çatışma kuramı tam bu noktada devreye giriyor:
Baskıcı ve otoriter bir iktidar her hata yaptığında, bu hatadan dolayı kendisini eleştiren muhalefete aşırı biçimde saldırır...
Böylece, hem gündemi değiştirerek kendi hatasını saklamaya çalışır...
Hem de çatışmayı tırmandırarak, iktidarına karşı çıkanları hain olarak niteleyip cezalandırmak ve susturmak olanağı yaratmaya çabalar!
Ama “Şark kurnazlığı” denilen bu çatışmacı ve saldırgan stratejiler de din tarım toplumlarının aile yönetimi modelini uygulamaya çalışan iktidarları kurtaramaz...
Sadece toplumun, kan, gözyaşı, yoksullaşma, korku ve mutsuzluk olarak ödediği bedel çok artar!
Yazının tamamı için tıklayın