Sınırdaki ayın kalbi de kanadı da kırık

Yayın tarihi: 16 Nisan 2023 Pazar 10:16 am - Güncelleme: 16 Nisan 2023 Pazar 10:16 am

Demet Cengiz

Email: [email protected]

Twitter: @demetce

Evreni bilmiyorum ama sanki burada dünya yeniden bir toz bulutuna dönüşmüş gibi. Enkaz, toz, moloz… Ve perdeler… Perdeler, bir zamanlar buralarda yaşam olduğuna dair kedere bürünmüş işaretler… Bir evi en çok yuva yapan pencereye astığımız perdeler olabilir mi? Ve perdeler… Perdeler, depreme en dayanıklı eşyalar olabilir mi?

Ve bacalarda duman yok; ocaklar tütmüyor. Balkonlara çamaşır asılmıyor. Toz… Alabildiğine toz ve moloz… Ne biçim bir Akdeniz burası? Begonviller açmıyor. Yaseminler kokmuyor. Haylaz güneş içimizi ısıtmıyor.
Sınırdaki ay, Hatay… Adını ülkenin kurucusundan alan bu kadim şehir; kolu-kanadı ve kalbi kırık, ruhumuzda asılı bir damla gözyaşı gibi çırpınıyor.

Oysa buraya hayırlı bir iş için gelmiştim. Hepsiburada kadınlar ve kooperatifler başta afet bölgesindeki girişimcilere ticaret ve teknoloji desteği veriyor. Düştüğü yerden kalkan, yerden kalkarken yanındakilerin de elini tutan kadınlarla tanışacak, onlardan ilham alacak ve umut dolacaktık. Öyle de oldu; umutlandık, ilham aldık ama bir insan ne kadar burulabilirse o kadar burulduk da. Bir kalp ne kadar kırılabilirse o kadar kırıldık da.

Dünyanın adil bir yer olmadığını bilecek kadar yaşamışlığımız vardı. Kocaman ve örgütlü kötülüğü görmüşlüğümüz vardı. Gerçeğin ağırlığından ve sorumluluğundan kaçanları bilmişliğimiz vardı. Ama bu nasıl bir unutuştur? Nasıl bir kaçıştır? Nasıl bir inkâr ediştir?

Ayağı çıplak çocukları… Selde yatan, çamurda kalkan insanları… Elinde yoğurt kovası yemek kuyruğuna giren insanları… Tuvaletini tutan insanları… Yıkanamayıp kokan insanları… Videolara, fotoğraflara dekor yapılmış sefalet içindeki insanları… Kendilerini yüceltmek için ufaltılan insanları… Bu nasıl bir yok sayıştır? Bu nasıl bir inkârdır?

Oysa bu sınırdaki ay, Hatay, öyle bir kenttir ki ipek böcekleri öldü diye ağlayan insanlar var burada. Kekik tarlalarında gözyaşı dökerek hasat yapanlar var. Yıkıntıların arasında misafirine sofra kuranlar var. Zeytini başının tacı yapanlar var. Narı ekşiten, reçelini elinin lezzetiyle tatlandıranlar var. Bir bardak çayını içmezsen gönül koyanlar var. El emeği göz nuru kömbe yemeden bırakmayanlar var. Bu susuzlukta, yine gel diye, ardından su dökenler var.

Taş olsa çatlardı; bu insanlarda nasıl bir sabır var? Bunca felakete, acıya, ihmale, kötülüğe hâlâ kalplerindeki iyiliği koruyabiliyorlar.

Kalpleri de kanatları da kırık… Onca kaybın ve acının içinde insan en çok memleketine ağlar mı? İnsan en çok memleketini kaybetmekten korkar mı?

İpek dokuma tezgahının başında yaşlı bir amca “Bizim insanımız iyidir” diyor, “Ülkenin her yerinden bize koştular. Tırlara yardımlar doldurup gönderdiler. Biz hiçbir şey istemiyoruz. Tek bir şey istiyoruz. Otuz metrekare olsun, kırk metrekare olsun fark etmez yeter ki evlerimiz olsun. Hataylı memleketine geri dönsün.”

Daha önce de çok duymuştum, Hataylılar Hatay’ı kaybetmekten öylesine korkuyor ki… Gittiğim her yerde bunu duydum. Konuştuğum herkesten bunu işittim.

Altınöz’de Meriç Çiftliği’nde bir bergamot ağacının altında, upuzun bir masada oturduk. İlerisi Suriye… Sınıra kadar uzanan ölümsüz ağacı… Sofralarımıza yağ olacak zeytin ağaçlarına baktık. Çiftliğin genç kuşak temsilcisi Işıl Nalçabasmaz; kız kardeşi, annesi, babası ve anneannesiyle birlikte bizi ağırlıyor. Neşeli Mutfak’tan Dilek Tecirli ve Hatay Kadın Girişimciler Derneği Başkanı Çiğdem Kıral oturuyoruz. Hep mi gözleri dolarak konuşur insanlar? İçimiz burkula burkula konuşuyoruz. Kendi acılarını bir kenara bırakıp tarım arazilerine dökülen molozlardan topraklarına karışacak asbestin yaratacağı felakete dikkat çekiyorlar.

Defne&Apollon İpekçilik’in iki ay yüzlerce evsiz depremzedeyi ağırlayan küçük dükkanında genç, güzel ve başarılı bir kadın karşılıyor bizi: Tuğçe Duman. ‘Barış ipeği’ ürettiklerini anlatıyor. Tüm dünyada ipek üretimi, kelebekler kozadan çıkmadan pişirme yöntemiyle başlarken onlar ipekböceklerinin kozadan kelebek olarak çıkmasını bekliyormuş. Dünyada öldürmeden ipek üreten iki firmadan biri onlar. Veganların henüz haberinin olmaması ne kötü! Yine karşımda üç kuşak, hepsi birbirine benzeyen, bir aile… Evlerini, sofralarını, yüreklerini açıyorlar bize de bir tek yüzde 95’i depremde ölmüş ipek böceklerini esirgiyorlar bizden. Uzaktan bile bakmıyoruz; kalan yüzde 5, ‘Hatay Sarısı’ ipek böceği türünün son temsilcileri… Elmastan bile kıymetli!

Türkiye’nin ilk organik köylerinden Vakıflı’dan Lora Çapar ve Elena Çapar katılıyor aramıza. Otuz beş haneli Ermeni köyü Vakıflı’da depremden önce 75 kişinin, şimdi ise 40 kişinin yaşadığını anlatıyor Vakıflı Köyü Kadın Kooperatifi Başkanı Lora Çapan. Göç vermiş köyü ayakta tutabilmek için ev yapımı reçel yapmaya devam ediyorlar. Yine gözyaşlarıyla…

“Bu insanlar ne kadar iyiler böyle” derken buluyorum kendimi. Acaba onları hak ediyor muyuz? Gerçekten bu asaleti, bu inceliği, bu iyiliği hak ediyor muyuz?

Kalın fırçalarıyla ortalığı karanlığa boyayanlardan onları nasıl esirgerim diye çocukça düşünüyorum. O kalın fırçalılar ki kalbi hurdaya çıkmış insancıklar… Çöpe atsak değerlendirmek için bir Allah’ın kulu dönüp bakmaz ama kıymetleri kendinden menkuller. Gıcıklar. Gaddarlar.

Hatay’a boş inip dolu kalkan uçaklardan birine binmek için havalimanına gidiyoruz. Yoksul bir Afrika şehrinin henüz elektrik ulaşmamış bir kenar mahallesi gibi… Havalimanına giden yolun bir kısmı doğanın geri aldığı göl… İçeride iftar vakti masalara oturmuş orucunu açan görevliler… Geldikleri geçici görevde perişan olmuş çevik kuvvet ekibi… Küçük sandviçlerle karınlarını doyurmaya çalıştıklarını görüyorum; üzülüyorum. Oysa birkaç gün önce asbest protestolarında depremzedelere müdahale ettikleri için onlara kızgındım. Benim kalbim de böyle; herkese üzülecek kadar kas barındırıyor bünyesinde.

Uçağa binmeden kadınlar tuvaletine gidiyorum. Tiril tiril… Ellerimi yıkarken meraktan temizlik çizelgesine bakıyorum. İmza atılan son tarih: 6 Şubat, saat 03.00… Depremden bir saat önce…