Üç-dört ay kullanacağım bir bağırsak ilacının reçetelendirilmesi için aile hekimime gittim. İlk tecrübemdi. Çeşitli salgınlardan inanılmaz bir kuyruk oluşmuştu. Daracık bir koridoru insanlar tıka basa doldurmuştu. Tam sağ girip hasta çıkılacak yer… Meğer iki doktor hastalandığı için raporluymuş…
Sıramı işaretleyip gittim. Ufak tefek alışverişimi yaptım. Manikür-pedikür yaptırdım, döndüm. Baktım önümde 4 kişi var. Beklemeye başladım. Suratımda iki kat maske…
Sıranın gerisinde bir adam yüksük sesle konuşuyor.
“Geçen gittim hastaneye” diyor öfkeyle, “Lan sırada elli kişi var. Elli kişiye bir doktor düşmüş; o da ortada yok! Sonra geldi. Dersin ki boya küpüne düşmüş. Gittim dedim: ‘Sen doktor musun, pavyonda mı çalışıyon.’ Gıkını çıkaramadı karı. Dövüyolar yaa inan hak ediyo bunlar.”
Baktım dörtte üçü kadın olan kuyruktaki kimseden adama çıt çıkaran yok.
Neden elli kişiye bir doktor düşmüş sorgulayan yok.
Bir adam, nasıl bir kadın hakkında böylesine aşağılayıcı bir dille konuşuyor yadırgayan yok.
Doktorları dövmeyi övmeye tepki yok.
Sakince içerideki kalabalığı seyreltmenin bir yolu olması gerektiğini belirttim. Düzenli kullandığı ilacı yazdırmaya gelenlere öncelik tanınırsa kalabalığın azalacağını söyledim. Önümdeki kadın tam olarak neye olduğunu anlamadığım bir tepki gösterdi. Özetlemem gerekirse o karmaşık, sistemsiz, düzensiz ortamı düzenlemeye, iyileştirmeye yönelik her türlü öneriye tepki duyuyordu.
***
O her şey satılan dükkanlar var ya onlardan birine girdim. Tencere kapağı lazım. Fiyatlardan şikâyet eden kadınla mağaza sahibi beni çok yabancı görmüş olacaklar ki bir anda şikayetlerini kestiler.
Kadın şükür cümlelerini peş peşe sıralarken adam “Beni yaratan Allah rızkımı eksik etmeyecektir” dedi.
Balıkçı herkesin parası olduğunu iddia etti.
Marketin manav reyonu sorumlusu yükselen fiyatların suçunu meyve ve sebze halini denetlemeyen İBB’ye attı.
“Bursa’daki, Erzurum’daki fiyatlardan da İBB mi sorumlu” diye sorunca onayladı. Meğer Türkiye’deki tüm fiyatları İstanbul belirliyormuş çünkü Osmanlı’nın başkentiymiş.
Bir tencere kapağı, bir kilo hamsi ve biraz meyve, sebzeyle taksiye bindim. Şoför önce İBB Başkanı Ekrem İmamoğlu’nun söz verdiği kreşleri açamadığını söyledi. Sonra da muhalefeti terör örgütleriyle işbirliği yapmakla suçladı.
Kendimi tutamadığım birkaç yerde sakince itirazımı yapmamı saymazsak bütün gün sadece dinledim. İnsan bazen çok bildiğinden susuyor. İyi bildiğinden susuyor. Biliyorum ki ne desem fayda etmeyecek. Niye konuşayım ki…
Demem o ki herkes halinden memnun. Yankı odalarınızdan çıkıp mahallelerde dolaşırsanız kıskanç Avrupa’yı, Dostoyevski’nin sevgi testi yaptığı köpeği, Bolşevikleri ve hatta Mayaları veya Aztekleri ekonomik krizin sorumlusu olarak bulabilirsiniz ama AKP’yi bulamazsınız.
***
Genel seçimlerden bu yana ne iktidara oy veren seçmen memnun ne de muhalefete. Muhalefetin peş peşe yaptığı hatalar öylesine umutları tüketti ki epeydir Türkiye’nin ‘muhalefetsiz’ bir ülke olmaya doğru evrildiğini düşünüyorum.
TBMM 27. dönem milletvekili Dr. Aytun Çıray, geçen hafta bu umutsuz düşüncemi çok güzel ifade eden bir paylaşım yaptı X’te.
Anayasa Mahkemesi’nin kararları hiçe sayılırken, şehitler verilirken, depremlerde binler ölürken, hâlâ madenlerde canlar katledilirken, altı dakika işkence ederek kedileri öldürenler iyi hallerden sokağa salınırken… Ne yeterince siyasal ne de toplumsal tepki verilemiyorsa… Buna “Alan memnun satan memnun” denir. “Toplumsal ve siyasal muhalefet nerede” diye sorulur.
Üzgünüm. Ben umutsuzum. Bizler… Bizler sadece kuruların yanında yanan ‘yaş’larız. Kimsenin de öyle fazla umurunda değiliz.
Yerel seçimler için büyük umutlar beslemeyin diye diyorum.
Mevcut korunursa başarı sayın.
Ben kendimi Yakup Kadri romanlarından bir karakter gibi hissederken en iyisi hamsi buğlama yapayım.