Dünyamız iki cepheden korkunç bir savaşın içindedir. Birincisi, dünyayı yöneten ülkelerdeki devlet insanlarının geçmiş savaşlar ve yıkımlardan asla ders çıkartmayan, saldırgan ve önceki savaşlar dönemindeki kötü yöneticileri aynen taklit etmeleri. İkincisi, yine bu berbat ve (çoğu) cahil “başkanların” kendi küresel sermayelerini dünyanın her yerinde egemen kılmak uğruna, petrol başta olmak üzere, diğer yeraltı zenginlikleri “pazarında” sürdürdükleri amansız, akıl almaz ve dünyayı en az savaşlar kadar yıkıma götüren ekosistem saldırıları.
Söz söyleyebilen (yazan), düşünen ilk doğru dürüst insandan bu yana
“kılıç ve kuş teleği” arasında bir savaş vardır. Tarihteki “isyancı” önderlerin hemen hemen bütününün söz söyleyenlerden (şairler, bilgeler) olması,yalnızca bir tesadüf mü? Sözgelimi Homeros İlyada’yı bir daha savaşlar olmasın için yazmadı mı? Odesse’nin evine dönüş yolunda geçirdiği on yıllık acıları, aynı zamanda antik çağ insanlarının savaşlardan bıkkınlığı, acıları değil mi?
O çağlardan sızan kan, kuşkusuz günümüze kadar akıp geldi ve yeni insanlarda da
“silah ve kalem” arasındaki savaşa dönüştü.
Sözgelimi 1 Dünya Savaşı; ne çok eksik beden, yaralı insan, gözyaşı, parçalanmış topraklar, ölüler, yaşanması imkânsız hayatlar bıraktı geride. Ve elbette bütün bu yıkımları anlatan büyük romanlar, anlatılar, şiirler de…
Ernest Hemingway’in Silahlara Veda’sı unutulabilir mi? Ortaokul yıllarımda okuduğum yok edici savaş ve aşk, yaşama sevinci, savaşın kahreden çelişkileri, nasıl da özletirdi “
kuracağımız güzel günleri.” Okuduğum ilk romanlardandı ve savaşın varlığından bir kez daha tiksinmeme neden olmuştu. Ve beni “
dünyayı kurtarmam gerektiğine” ikna etmişti.
Sonra,
Erich Maria Remarque’nun “Garp Cephesinde Yeni Bir Şey Yok” adlı romanı, muhteşemdi. Tıpkı günümüzde olduğu gibi, o yıllarda da kimi bağnaz yol göstericiler sayesinde savaşa katılan Alman gençlerinin, savaşın ağırlığı ve vahşeti karşısında nasıl ezildiklerini, tükendiklerini anlatan o romandan ne çok hüzün ve barış özlemi kaldı bizlere... Romanın genç kahramanının önünde uzayıp giden yıllara bakarken söylediği ve hâlâ bölük pörçük aklımda olan şu sözleri;
“Varsın aylar, yıllar geçsin. Nasılsa bana getirecekleri bir şeyleri kalmadı.”
Bu iki romanı yazan büyük yazarlar, şu gerçeği gördüler; savaşın kazananı yoktur; cephe gerisinde bekleyenler merak, keder, endişeden; savaşanların bir kısmı bedenen ve diğer kısmı ruhen ölürler. Sonuçta savaştan hiç kimse sağ çıkmaz!
Peki bu romanlar, şiirler, onca deneyim yeni savaşların çıkmasını engelleyebildi mi? Şimdiki zamandan yahut gelecek zamanın bir yerinden bakarak bu soruya olumlu yanıt verebilmeyi çok isterdik hepimiz, biliyorum. Fakat bildiğiniz üzere daha da büyük bir yıkımı engelleyemedi, 1. Dünya Savaşı’nda akan kan ve romanlar! Çünkü yeni bir dünya savaşını oluşturan koşullar, yine kimi ülkelerin başındaki kifayetsiz, cahil “başkanların” tarihten ders almayan tutum ve saldırganlıklarıyla sınanacaktı.
İkinci Dünya Savaşı da olağanüstü yapıtlar bıraktı ardında. Barışı arayan, bir daha savaşlar olmasın için savaşan romanlar ve büyük şiirler. Sözgelimi
Enver Gökçe’nin “İlk Adım” şiirindeki şu dizeler unutulabilir mi?
“…Altıya mı değdi yaşlarınız/ Otuz dokuz doğumlu çocuklar/ Ömrünüz, gözleriniz, uykularınız/ Sığınaklarda geçti harp boyunca/ Oylum oylum ateşleri gördünüz mü?/ Cepheden dönenleri sordunuz mu?/ Tanır mısınız?/ Ay nedir, gün nedir, elma nedir/ Güneşi gözlere doldurmak güzelken/ Hey küçük kardeşler hey/ Görün ne hale koydular dünyamızı./ Şimdi zafer topları gürlüyor/ Avrupa'da/ Ve deniz ötesi kıtalardan/ Şarkılar.../ Şimdi kazaska oynuyor Avrupa./ Şimdi silah yerine bayrak tutanlar.../ Hiçbirini tanımadığımız,/ Oyunlarını
bilmediğimiz/ Mişiganlılar, Oksfortlular, Ukranyalılar/ Şimdi, göz aydın etme zamanıdır./ Yeni bir dünya doğuyor./ Şorul şorul giden kan pahası./ Müjdeler, müjdeler olsun/ Yeni bir dünya doğuyor/ Zincir seslerinden/ Verem basillerinden uzakta...”
İkinci Dünya Savaşı’nın ardından yazılan büyük yapıtların toplamı, Birinci Savaş’ın ardından yazılandan kat be kat fazladır belki de. Ve pek çoğu günümüzde de ilgiyle okunmakta. Yine
Ernest Hemingway’den bir başyapıt; “Çanlar Kimin İçin Çalıyor” Yahut Jaroslav Hašek’ten “
Aslan Asker Şvayk” Savaşın acımasızlığına, korkunçluğuna, devletin buyurganlığına karşı mizahın gücünü önde tutan ve dünyamıza Aslan Asker Şvayk’ı armağan bırakan başyapıt.
Sonra,
Jerzy Kosinski’nin “Boyalı Kuş”u… Altı yaşında bir çocuğun gözlerinden, değişen, yorgun savaş insanlarının dünyası…
Elbette
İlya Ehrenburg’un “Paris Düşerken”, “Fırtına”, “Dipten Gelen Dalga” adlı üçlemesi ve
Dimitri Dimov’un “Tütün”ü…
Bütün bu yapıtlar öylesine çoğaltılabilir ki, aklıma ilk gelen ve bende derin izler bırakmış bir kaçını anmakla yetineceğim. Fakat bütün bu büyük yapıtların bizlere öngördüğü; “
savaşmayın” öğüdünü tutabildik mi? Yazık ki yeni yüzyılımızı da üçüncü bir dünya savaşının utancıyla kızartmaya çalışan “cahil başkanlar” yönetiyor yine dünyayı ve dünyamız belki de yeniden bir yok oluşa savrulmakta. Çünkü Ortadoğu, Hürmüz Boğazı, Körfez, Yağmur Ormanları… Her yan ateş, kan, kıyılarda çocuk ölüleri ve yine gözyaşı…
Oysa dünyayı yönetenler geçmişten birazcık ders alabilseler görülecek ki, 2 yıkımın ardından gelen süreçte 68’in devrimcileri bu işi çözmüştü;
“Savaşma Seviş!” Bütün zamanlar için asla eskimeyecek bir slogan.
Dünyamızı bütün anlamlarıyla bir yok oluşa hazırlayan bu yeniçağın “başkanlarına”; “yatak odalarınızdan çıkmayınız, şu romanlara, şiirlere biraz bakınız, sizin ve yer küremizin selameti bundadır,
savaşmayınız sevişiniz bre efendiler…” çağrısı yapsak, çok mu ağır olur!