Doğal afet risk yönetimi ve deprem

Yayın tarihi: 15 Şubat 2023 Çarşamba 3:04 pm - Güncelleme: 15 Şubat 2023 Çarşamba 3:05 pm

Prof. Dr. İ. Melih Baş

Ülkemiz Cumhurbaşkanı R.T. Erdoğan’ın deyişiyle “kader planının içerisinde olan şeyler”den biri olarak 2023 Şubat’ında Kahramanmaraş merkezli ve 10 ili kapsayan bölgeye yayılan 7,7 Mw şiddetinde bir depremden etkilendi. Gaziantep’in AKP’li Belediye Başkanı Fatma Şahin de şöyle demiş: “Her şerde bir hayır var. Rabbim ne derse o olur”. Ama bu konuda biz 2003’de Başbakan olan R.T. Erdoğan’ın o tarihte belirttiği gibi düşünüyoruz: “Olay kader diye geçiştirilemez”.

Bu depremde doğal afet yönetimi konusunda bilgi, beceri ve deneyimimizin yeterli olup olmadığı konusunda oldukça önemli bulgular elde ettik. Gerçi daha önceki depremlerde de (örneğin 1999 Depremi vb.) çeşitli bulgular elde edilmişti. Ancak çağcıl öğrenme kavramının tanımı “davranış değişikliği” evresini de içermektedir. Zurnanın zırt dediği yer burasıdır. Galiba bir yozluk körlüğü ile yolsuzluk sağırlığı var. Öncelikle TÜKODER Genel Başkan Yardımcılığı dönemimde yaşadığımız depreme ilişkin hazırlayıp basınla paylaştığımız rapor ve basın açıklamasında kullandığım deyimi paylaşayım. Doğal afet demek yerine bunlara “yapay afet” demiştik, halen de aynı kanıdayım. Niye mi? Konuyu kısaca irdeleyelim.

DOĞAL AFET: TANIMSAL BİR GİRİŞ

Antik çağda yaşamış bir Çinli general’in deyişi olarak bilinir: “Yönetmek İçin Ölçmeli, Ölçmek İçin Tanımlamalısın”. Doğal afeti tanımlayarak başlayalım işe.
Doğal afetler, fiziksel olarak meydana gelen doğal olayların oluşturduğu ama ortaya çıkan hasarların şiddetinin büyük ölçüde sosyal, siyasal-askerî ve ekonomik yapılar tarafından belirlendiği olaylardır.

Riskin genelde iki boyutu vardır: Gerçekleşme olasılığı ve ortaya çıkardığı hasar. İşte ikinci boyut bu yapılar tarafından belirlenmektedir. Hatta öyle ki, doğal afet yapay afete dönüşebilmektedir. Zaten bu konuda DB-BM (Dünya Bankası ve Birleşmiş Milletler) ortak yayını da var (2010 tarihli): Doğal Tehlikeler, Doğal Olmayan Felaketler Etkili Korunmanın Ekonomisi (Natural Hazards, Unnatural Disasters The Economics of Effective Prevention). Meraklısı kitaba şu bağlantıdan ulaşabilir: https://openknowledge.worldbank.org/handle/10986/2512.
BM, doğal afet riskini bir toplumda ya da sistemde belirli bir süre içerisinde oluşabilecek potansiyel can yitimi ve zararın, tehlike, maruz kalma, savunmasızlık ve kapasitenin bir fonksiyonu olarak tanımlamaktadır. Bu tanımdaki kapasiteyi dirençlilik kavramını da içeren biçimde ele almalıyız. Eşdeyişle kısa ve uzun dönemde güçlükten çıkma ve kendini iyileştirme kapasitesi olarak anlamalıyız.

Bu tanımsal irdelemeden görülebileceği üzere riskin genel kabul gören iki boyutundan gayri bir de vade (erim) boyutundan söz edilmektedir. Örneğin İstanbul depreminin 2030’da mı yoksa 2045’de mi olabileceği konusundaki tartışmaları anımsayalım.

DOĞAL AFET RİSKİ YÖNETİMİ

Afet riski yönetiminde farklı stratejiler olabilir.
Reaktif (onarıcı) strateji : Afetler nedeniyle ortaya çıkan zararlar onarılır, enkaz temizlenir, yenileme yapılır.
Proaktif strateji : Afet risklerini yönetme stratejisi
BM 1990-1999 dönemini Uluslararası Afet Risklerini Azaltma On Yılı olarak kabul etmişti ve çalışmalar yürütülmüştü. Bu bağlamda farklı tarihlerde konferanslar düzenlendi ve eylem planı ve stratejileri ortaya kondu:
Daha Güvenli Bir Dünya İçin Yokohama Eylem Planı ve Stratejisi (1994)
Sürdürülebilir gelişme ile doğal afetlerin önlenmesi ilişkisi vurgulanmış; afet riskinin azaltılması stratejilerine dikkat çekilmişti. Bunun öncelikle ahlaksal bir zorunluluk, ama onarıcı stratejiden daha insancıl ve ucuz olduğu belirtilmişti.
2005-2015 Hyogo Eylem Çerçevesi (2005)
Bu konferansta afetler için uluslararası işbirliğinin önemi vurgulandı.
2015-2030 Afet Risklerini Azaltma Sendai Çerçevesi Eylem Planı (2015)
Bu konferansta arazi kullanımı, kentsel planlama, hukuki düzenlemelerin yapılması, gerekli yatırımların yapılması öne çıkan hedefler oldu.
BM çatısı altında bir birim kuruldu: Uluslararası Afet Etki Azaltım Birimi. Bu birimce bir ülkenin depreme “risk azaltım” odaklı hazır olması için beş adımlı bir plan dahilinde çalışmalar yapması önerildi. Şimdi bu beş adımlı plan dahilinde ülkemize ve son 2023 Şubat depremine yakınsak bakalım.

ADIM 1: SİYASAL VE KURUMSAL ADANMIŞLIK

Bu adımda soru şu: Risk azaltmayı gözeten siyaset, strateji ve yasalar, sakınım çabalarının eşgüdümünü sağlayan kurumlar var mı?
Maalesef olumlu yanıt vermek olanaksız! 1955-2002 döneminde 8 kez, hele son 20 yılda 9 kez imar affı ile ruhsatsız, ruhsata aykırı yapılan imar ve iskânlar affedilmiş. Hatta bunun devletin vatandaşa uzattığı şefkat eli olduğu şeklinde reklamlar bile yapılmış 2018’de. Tabii kamuya gelir sağlamak söz konusu olmuştur. Acaba bal tutan parmağını da yalamış mıdır? Yok canım, olsa da tekil örneklerdir. Deprem kuşaklarıyla bezeli bir ülkede bu afların afete davet olduğu çok açık değil mi?

Çevre, Şehircilik ve İklim Bakanlığı’nın yaptığı çalışmalarda riskli olarak belirlenen sayılara bakınız: Kahramanmaraş (1765); Malatya (2765), Adıyaman (1239) vd. Bunların sayısının oldukça az olduğunu da not ederek, esas soruyu soralım: Peki ne yapıldı? Yanıtını siz verin!

Yanıt bağlamında ilgili başka bir konuyu da anımsatalım: 2018’de yapılan “İmar Barışı” uygulamasında depremden etkilenen 10 ilde 294 bin konuta imar affı uygulaması yapılmış iyi mi?
Fay yasamız yok! Fay üstüne yerleşimler hatta bir de tüy diker gibi bir de hava alanı inşa etmişiz (Örneğin, Hatay Hava alanı ki, depremden sonra onarılması ve kullanıma açılabilmesi 7. günde olabildi ). Maden Tetkik Arama Genel Müdürlüğü haritalarına göre 24 kentin merkezi, 80’in üzerindeki ilçe ve 500’ün üzerinde köyün altından aktif fay hattı geçiyor. Örneğin, Gaziantep’in İslahiye ve Nurdağı ilçelerinin tamamı fay üzerine oturuyor. Bu ilçelerde fayın kestiği bölgelerde ayakta kalan yapının olmayışı bir şey ifade etmeli mi acaba? Depremde alüvyon alanlarında zemin sıvılaşması sözkonusu oluyor ve bu da depremin hasarının artmasına neden oluyor. Alüvyon, nehirlerin taşıdığı ve deniz kıyılarında ovalarda biriken çakıl, kum ve kil (çamur) gibi malzemelerden oluşan gevşek bir malzeme olarak tanımlanıyor. Aslında bunların birçoğu da nitelikli tarım arazilerinin imara açılması ile oluyor. Türkiye’de belediye meclislerinde en çok konuşulan konuların başında imar konularının gelmesi, yolsuzluk ile suçlanan yerel yöneticilerin suçlarının genelde imarla ilgili olması, yerelde imarla ilgili doğru tutum izleyen yöneticileri sollamak üzere ilgili yerin imar yetkilerinin merkezi hükümete alınıvermesi vb. hususlar acaba depremle ilgili midir? Yok canım değildir, ne ilgisi var!

AFAD’ın bizzat kendi hazırladığı Hatay İl Afet Risk Azaltım Planı (İRAP) şöyle bir ibare içeriyor: “Şehrin büyük bölümü graben alanı ve akarsu boylarındaki dolgu alanları şeklindeki zeminler üzerinde yer almaktadır. Antakya’da mevcut yerleşme ile zemin özellikleri arasındaki ilişki, olası bir depremde ortaya çıkacak can ve mal kayıpları konusundaki endişeyi artırmaktadır”. Peki gereği ne? Ne nasıl nerede ne zaman yapılacak, kim yapacak? Hişşt aman kimse duymasın!

Fay yasası çıksa, bunların üzerinde bina yapılmaması, varsa taşınması, azami kat standardı getirilmesi, kentsel dönüşüme tabi tutulması vb. gündeme gelecek. Kısmet!

ADIM 2: RİSK TANIMLAMA

Bu adımda ise soru şu: Tehlike ve risk haritaları ile korunmasızlık analizleri yapılıyor mu?
Tehlike ve risk haritaları makro anlamda var ama yanıtımız yine olumlu değil ne yazık ki! Çünkü yapılan çalışmalar aktif değil, uygulamaya geçemiyor. Gereği yapıl(a)mayan bir haritanın ne önemi var?

Hem Kahramanmaraş’ta hem de Hatay’da ovalara yapılan binalardaki tahribatın büyüklüğü, meselenin aynı zamanda bir şehir planlama sorunu olduğunu göstermiyor mu? Eh, karayolunu ovaya yaparsanız, yurttaş da gelir oraya yerleşir değil mi? Ulaşım politikasındaki emperyalist planların (karayolu ağırlıklı olması, karayollarının daha uzun olan ovalardan geçirilmesi vs.) etkisini uzun uzadıya incelemek gerekir.

Deprem yönetmeliğine uygun yapıldığı savlanan özel binalardan kamu binalarına dek yapılar (Hatay’da Rönesans Rezidans binaları, Adıyaman Belediye Binası vb.) depremde çöküyorsa risk tanımlamasında bir sıkıntı yok mu? Göl alanına yapılan Hatay Şehir Hastanesi’nin depremde alt katını su basmasına, hastane ulaşımın zor olduğu bir biçimde şehir dışında ve hastaneye giden yolların yıkılmış olması nedeniyle ulaşılamamasına ne demeli?

ADIM 3: RİSK BİLGİSİ YÖNETİMİ

Burada soru şu: Ulusal bilgi sistemi, Eğitim izlenceleri, Araştırma izlenceleri mevcut mu? Üniversiteler risk azaltım alanında katkı yapıyorlar mı?
Ülkemizdeki duruma bakarsak AFAD 2019-2023 Stratejik Planı var. Burada teknolojik altyapı bölümünde “Yönetim ve Karar Destek Sistemi”, “Hasar ve Kayıp Tahmin Sistemi”, “Afet Bilgi Bankası” vb. den söz ediliyor. Bunları kim mi hayata geçirip uygulayacak, İlahiyat Fakültesi mezunu bir Genel Müdürün yönettiği AFAD Afetlere Müdahale Genel Müdürlüğü! Dahası var! AFAD’ın kendi raporlarında (2020,2021 vb.) personel eksikliği vurgulanıyor; AFAD’ın Sayıştay Raporları ise tam bir skandal (hesaplarında keyfilikler, eksiklikler vb). Gerçi AFAD ne yapsın? Bütçeden AFAD’a 8 milyar TL. tahsis edilirken, Diyanet’e 36 milyar TL. tahsis ediliyor. Zaruri demek ki!

Bu arada Kızılay’ın bilgi ve deneyim birikiminin ve de yetkilerinin AFAD’ın kurulmasının arkasından güdük hale gelmesine ilişkin eleştirilere haksız diyebilir miyiz? Ya Kızılay yönetiminin profilinde net biçimde gözüken siyasal örgütlenmeye ne demeli? (Bkz. Işıl Kansu, AKP’nin arka bahçesi: Kızılay,13.2.2023, Cumhuriyet gazetesi). Kızılay’ın Malatya’daki çadır ve konteyner fabrikasının da depremde işlevsel olamadığının bir nedeni olsa gerek! Yönetim kademesi sorunsalı!

TBMM Deprem Araştırma Komisyonu’nun 2021’de hazırladığı raporda önerilen 268 kritik saptama ve önerileri sadece raporda kalmış, uygulamaya geçememiş gözüküyor. İnşaat hatalarından yapı denetime dek bir dizi öneri ve saptama konulmuş ortaya ama heyhat!

Üniversitelerin katkısına açıklık var diyebilir miyiz? Pek değil! Muhtelif profesörlerin (Naci Görür, İlyas Yılmazer, Namık Çağatay vd.) yaptığı ve ilgililere ilettiği çalışmaların gereklerinin yapılmadığı ve pek de ciddiye alınmadığı durumuyla karşı karşıyayız.

Bu bağlamda Türk Silahlı Kuvvetleri’nin EMASYA planlarıyla birlikte DAFYAR planları ve eğitimlerinin ve özerk müdahale yetkilerinin yok edilmesinin de altını çizmek gerekir. Bu planların ve yetkinin ordunun darbe yapma olasılığı gibi sözde nedenlerle ortadan kaldırıldığından ve/veya ordunun saygınlık düzeyinin engellenmesi gibi nedenlerden söz edilmektedir. Bunlar doğruysa, bu gerekçelere katılmak olanaklı değildir. Jandarma subayı olarak çalıştığım yıllarda görevli olarak bu planların ve eğitimlerin ne derece ciddî olduğunu anımsadığımda, hüzünlenmemek çok zor doğrusu!

Depremin erkenden tahmin etmenin olanaklı olup olmadığı sorusu sürekli gündemdedir. Bu konuda muhtelif öğretim üyelerinin tahminleri ve uyarıları mevcuttur ama dikkate alındığı söylenebilir mi? Pek değil! Hatta depremi 20 saniye-1 dakika arası önceden bildiren sistemler de çıkmış, örneğin USGS’nin geliştirdiği ve saha sensörleri ile çalışan ShakeAlert (Sarsıntı Uyarısı) adlı sistem! Nedense bizim böyle çalışmalarla pek işimiz olmuyor. Neoliberalizmde akıl tutulmasına düşmüş yazılımcılarımızın ilgi alanı daha çok oyun yazılımları galiba! Hem de şiddet oyunları! Bence vardır halkı kara yazısından kurtaracak yazılımcılar ve donanımcılar.

ADIM 4: RİSK YÖNETİMİ VE ARAÇLARI

Bu adımda soru şöyle: Çevre yönetimi, Finansal yöntem ve Araçlar risk azaltımını destekliyor mu?
Maalesef bu soruya ülkemizin yanıtı iç açıcı durumda değildir.

Basit bir örnek, acil durum toplanma alanları imar nedeniyle ya yok ediliyor, ya da yetersiz. Deprem sonrası için yeterli sayıda çadır bulunamadı. Finansal yönetime bakarsak, deprem amaçlı toplanan vergiler (1999’dan bu yana toplanan 84 milyar TL.lik Özel İletişim Vergisi) duble yol ve hava alanı yapımına harcanmış (bkz. Eski Maliye Bakanı Mehmet Şimşek’in beyanı); ya da herhangi bir gidere harcanmış (bkz. Eski Maliye Bakanı Lütfi Elvan’ın beyanı) gözüküyor! Yanlış tahsis olup olmadığını VAVEK’e (Vatandaşın Vergisini Koruma Derneği) sormak gerekir ama bir malî müşavir-bağımsız denetçi olarak bence bu verginin çıkarılmasında kanun koyucunun koyduğu kanun gerekçesine aykırılık var!

Finansal yönetim ve Araçlar konusuna ortak bir örnek olan bir şeyden söz edelim. Çevre Bakanlığı’nın dış kredi olarak alınan 5 milyar TL’lik Deprem Fonu’ndan harcamalar (2022 sonu itibariyle ve o da 9,5 milyon TL.cik!) danışmanlık ve eğitime gitmiş; kamu bina bakım ve onarımına gitmemiş!

University of College London’dan Bill McGuire “Devi Uyandırmak” adlı yapıtında iklim krizinin depremlerde etkiyi arttırdığı savını tarihsel olarak irdelemiş. Bilimsel olarak tartışmaya açık olsa da, bu olası etkiler konusunda bizde herhangi bir çalışma yapılmıyor Ülke olarak iklim krizi ulusal niyet planımızda böyle bir ilişki kurulmuş değil maalesef!

Risk yönetiminin tekil irade/otorite ile yapılmaması gerektiğinin altı çiziliyor ve katılımcı yönetime işaret ediliyor, Sendai Eylem Planı’nda! Aksi halde planda belirtilen iki sendromun ortaya çıkma olasılığı mevcut.

Medüz sendromu: gereksiz ve etkisiz harcamaların yapılması
Kassandra sendromu: asıl işlerden kaçınılması
Sendai Eylem Çerçevesi’nde şu dört planlamanın şart olduğu belirtiliyor:
Afet öncesi için
Risk azaltım planlaması
Acil durum planlaması
Afet sonrası için
İyileştirme planlaması
Dirençli toplum planı

Ülkemizde bu dört planın ayrı ayrı ve yeterli biçimde mevcut olup olmadığı konusunda uzmanların görüşünün genelde olumsuz olması bir yana, pratik olarak 2023 Şubat depreminde de planların ya eksik ve kağıt üstünde olduğu, ya da plana uygun gereklerin yerine getirilmediği ortaya çıktı.

Kuşkusuz yurttaş dayanışması ile kimi açıklar kapatılabilmiştir ama esas görev elbette ki yürütme erkinde eşdeyişle hükümete aittir. Görev kavramsal olarak şu üçgen ile yapılabilir ve işleyebilir: a) sorumluluk, b) yetki, c) genel ve özel yetkinlikler/yetenekler. Bunlarda aksama varsa görev gereği gibi yerine getirilemez.

Örneğin yetkin mühendislik kurumu oluşturulmadan her üniversite mezunu inşaat mühendisinin (meslek odasına üyelik de zorunlu değil zaten!) projeye imza atması acaba ne derece doğru. Böyle olmazsa standartlara aykırı inşaatların veya restorasyonların önü alın(a)maz. Hele yapı denetim şirketleriyle yükleniciler (müteahhitler) arasındaki “muhabbete” ne demeli? Etik olmayan ilişkiler eskiden daha da fazlaydı, bir düzenlemeyle azaltılmaya çalışıldı. Ama ne dereceye kadar oldu acep? Ya eski binalar ne olacak? Bir de binaların projeye uygun olup olmaması sorunu var, yüzde 70’inin olmadığını belirtiyor İnşaat Mühendisleri Odası Sekreteri Özer Akkuş. Dert çok, hemdert yok!

Bu bağlamda finansal yönetimle ilgili pek hoş olmayan bir örneği de anımsayalım: BIST eşdeyişle Borsa İstanbul’da deprem sonrası işlemler niye hemen durdurulamadı? Ortaya çıkan değer düşüşleri nedeniyle devre kesilmesi nedeniyle işlem yapılamıyor olmasa, üçüncü gün seans iptali yapılmayacak mıydı yahu? Ortaya çıkan zararları kim tazmin edecek? BIST’in yüzde 80 payı Türkiye Varlık Fonu’na (TVF) ait olup, TVF’nun başkanı ve başkan vekilini ve BIST yönetim kurulu başkanını merak ederseniz internette bu bilgiler mevcut! Bu husus başlıbaşına ayrı bir yazı konusu elbette!

Ya deprem sonrası devletin inşa edip vermeye koyulduğu binalara ait kaosa ne demeli? İzmir 2020 depreminden sonra TOKİ evleri zamanında teslim edemedi, 5000’e yakın konuttan iki yıl geçmesine karşın 3 bini halen teslim edilemedi. Depremzedelerin ne kadar ödeyeceği de halen netlik kazanmadı. İzmir deneyiminden hareketle 10 ili kapsayan 2023 Şubat depremi için vaat edilen konutların 1 yıl içinde teslimi pek inandırıcı gözükmüyor doğrusu!

Araçlar dedik te, anmadan geçmeyelim. Depremde enkaz dinleme önemli. İTÜ Müzik İleri Araştırmalar Merkezi’nden ses mühendisi Dr. Ozan Sarıer bir enkaz dinleme uygulaması geliştirmiş. İTÜ arama kurtarma ekibi bunu depremde kullanmışlar. Aslında cevherimiz çok olmasına çok da, İspanya’dan gelen ekibin cihazlarını kullanmak daha kolay geliyor galiba bizim sözde yerli ve millî kimilerine!

Kimi hastaneler ayakta kalmış, niye mi? Sismik izalatör sistemi olduğu için! Niye bu sistem yagınlaştırılmaz ve zorunlu tutulmaz? 2013’den sonra sadece 100 yatak üzeri birinci ve ikinci derece deprem bölgesine inşa edilen hastaneler için zorunlu tutulmuş. Maliyet hastanelerde yüzde 5, konutlarda yüzde 10. Olsun candan kıymetli mi? Zorunlu olmalı!

ADIM 5: HAZIRLIK VE ACİL DURUM PLANLARI

Bu adımda ise soru şu: Acil durum planı var mı? Yeterli finans ve insan kaynağı var mı?
Buna da yanıtımız olumsuz ne yazık ki!

Arama kurtarma ekiplerinin geç ulaşması veya hiç ulaşamaması, insan kaynağı ve ekipman olarak yetersizlik, çalışmalarda AFAD’ın eşgüdüm konusundaki yetersizliği, yardımların siyasete alet olarak kullanılmak amacıyla tekil ya da yaygın davranışlar vb. sorunlar (sorunlar yumağı eşdeyişle sorunsal mı desek!) hükümete yakın duran kitle iletişim organlarında dile getirilmezken, hükümete eleştirel yaklaşan kitle iletişim organlarında (Tele1, KRT vb.) açıkça ortaya kondu. Bu durum karşısında kimi hükümet yanlısı partiler, kurumlar ve kişiler “siyaset zamanı olmadığı” eleştirisini yaparlarken, aslında yaşanan dramın tanımsal girişte vurguladığımız gibi tam da siyasal bir görüş ve uygulamalar setinin bir sonucu olduğunu kamuoyunun gözünden kaçırmak çabası içindeydiler. Hatta bu bağlamda yapı denetim dosyalarının olduğu binanın apar topar enkaz kaldırmaya tabi tutulmaya çalışılması, binalardan yeterince örnek alınmadan enkaz kaldırma çalışmalarına girişilmesi vb. örnekler de bu çabalar kapsamında düşünülebilir. İyi ki, sorumlu yurttaşlar var. Prof. Dr. Murat Volkan Dülger’in de içinde olduğu 2000’i aşkın avukatın olduğu grup yıkılan binalarla ilgili bilgi toplama ve soruşturmalara ilişkin bir çalışma ağı oluşturmuşlar.

Şimdi siyaset zamanı değil şeklindeki yaklaşıma dair eleştiriyi örneklerle eleştirerek (eleştirinin eleştirisi şeklinde) kaleme alan Timur Soykan’ın “Yıkım Siyaseti” yazısı oldukça düşündürücü (bkz.12.3.2023, Birgün).

Belirtelim, TMMOB Maden Mühendisleri Ön İnceleme Raporu’na göre, “hükümetin dolayısıyla AFAD’ın geç harekete geçmesi nedeniyle arama kurtarma çalışmalarında son derece önemli olan ilk 1,5 gün kaybedildi; AFAD son derece yetersiz kaldı ve sivil toplumun çalışmalarını engelleyerek vahametin artmasına yol açtı; kurtarma çalışmalarında ekipman eksikliği mevcuttu; ilk dört günde koordinasyon sorunu halen çözülmemişti; ilk 4 gün çadır sorunu çözülmemişti; 5. günde bile mobil iletişim sorunu devam ediyordu; madenci arama kurtarma ekibinin getirilmesi ve çalıştırılması gecikmeli oldu vs.”. Öyle gözüküyor ki, yönetsel performans mafiş imiş!

Sahi, bu arada Bilgi Teknolojileri ve İletişim Kurumu’nun işlevi nedir, eğer bir doğal (pardon yapay) afette Afet ve Acil Durum Müdahale Hizmetleri Yönetmeliği’nin 28. Maddesindeki “haberleşme sisteminin” kurulmasını sağlayamayacaksa? Turkcell’in drone ile haberleşme olanağı muhabbeti de hoş bir seda oldu gök kubbede!

Devletin bütçesindeki fonların yerine ya da yanı sıra diyelim, yurttaşlara parasal yardım çağrıları yapılması belki ilk anda dayanışma olarak görülebilir. Bu elbette ki çok insani bir davranıştır, hem bireyler hem de şirketler açısından. Ama şunu da vurgulayalım, bir devlet gelirlerinden bu tür durumlar için acil durum fonları oluşturmuş olmalı, ya da hesap kaydırmaları ile bu soruna çözüm bulmalıdır. Bu kamu maliyesi disiplini ışığında temel ilkelerden biridir. Örnekse bu tür durumlarda acilen bir servet vergisi çıkarılabilir.
Bireylerin bilimsel olarak deprem hazırlıklarını yapmış olması kuşkusuz altı çizilmesi gereken bir husustur ama devletin bu konuda kolaylaştırıcı, eğitici, yönlendirici olması gerekir. Yoksa cehalet sorunsalı içindeki bireyler, depremi değil kentsel dönüşümde alacağı dairelere odaklanır! Sağlıklı barınma hakkı yerine gayrimenkul geliştirme ve imar hakkı elde etme geçer! Nasihatle değil de musibetle öğrenme alışkanlığı da ayrı bir sorun! Örnekse, kentsel dönüşüme yönelik bireylerin tutumlarının iyileştirilmesi ama bunun kenti kimi kesimlere peşkeş çekip, rant elde edilmesi tuzağına düş(ürül)meden elbette! Meraklısı İstanbul Sulukule’de kentsel dönüşüm bağlamında devlet eliyle soylulaştırma örneğini inceleyebilir. Başka bir örnek olsun, deprem sigortası sahipliği bile depremin olduğu 10 ilde yüzde 49 ve hatta kimi illerde yüzde 34’e dek düşüyor.

Hatay’ın Erzin ilçesinde depremde ciddi bir tahribat yaşanmamasındaki en büyük etken acaba Belediye Başkanı Ökkeş Elmasoğlu’nun kaçak inşaat konusundaki disiplinli tutumu mu? Elbette! İşte yönetim organı (yerel/merkezi) böyle davranmalı!

Şirketler de aynı şekilde depremi de içine alan biçimde hazırlık ve acil durum planlarına sahip olmalı ve gereklerini yerine getirmelidir. Bu bağlamda Uluslararası Standartlar Örgütü (ve tabii ki TSE) standartları var: ISO 31000 Risk Yönetimi Sistemi ve ISO 22301 İş Sürekliliği Yönetim Sistemi. Bu standartların uygulanması maalesef isteğe bağlı, zorunlu değil. Bu standartların alınması ve uygulanması hem BOBİ’lere (büyük ve orta boy işletmelere) hem de KÜMİ’lere (küçük ve mikro işletmelere) zorunlu olmalı ve kurulacak bir kamu risk denetim kurumu tarafından bu çalışmalar denetlenmeli ve sürekli onaya tabi olmalıdır. OECD’nin bu konuda oldukça ayrıntılı ve yol gösterici dokümanları mevcuttur. Bu konuda Kurumsal Risk Yönetim Sistemi (ERM) bazlı çalışmalar yaygınca kullandırtılabilir. Unutmayalım, riskini yönetmeyen ülkenin gemi misali rotası rüzgâra kalmıştır.

Depremin tahribat yaptığı 10 ilin ülkemizin ekonomisindeki (Gayrisafi Milli Hasıla bazındaki) payı yüzde 10 dolayında ve birçok sektöre dağınık. Örneğin, tekstil, hazır giyim, çelik, çimento, enerji, gıda ve tarıma dayalı sanayi vb. Üreticiler sağ kalan hayvanlarını yaşatmakta güçlük içindeler. Pazar zinciri bozulmuş durumda. Efektif tüketici yok, market çökmüş vs.
Buralar Türkiye’nin vazgeçilmez üretim üsleri! TÜRKONFED’in hazırladığı raporda bu depremin ortaya çıkardığı malî hasarın 84 milyar dolar (70,75 milyar doları konut zararı, 10,4 milyar doları ulusal gelir yitimi ve 2,91 milyar doları işgücü yitimi şeklinde) olacağı kestirimlenmiş. Bütçe açığının da hedeflenen 659,6 milyar TL’yi aşıp, 1 trilyon TL’nin üzerine çıkacağı öngörülmüş.

SONSÖZ : ÖNCE ETİK

Galiba hem birey, hem kurum hem de yönetimler (yerel-merkezî) düzeylerinde bir etik krizi yaşıyoruz. İki yükleniciyi yurt dışına kaçarken yakalamakla bu iş biter mi? Bu sorun çözülmeden herhangi bir önlem işe yarar mı acaba? Pek olanaklı gözükmüyor!