Mahpustakileri ve ölülerimizi özlerken

Yayın tarihi: 20 Haziran 2020 Cumartesi 3:38 pm - Güncelleme: 20 Haziran 2020 Cumartesi 3:38 pm

Tuğrul Keskin

Günlerdir bir şey yazmıyorum. Üç haftadır bu köşede yazı da yayınlamadım. İki ay kadar önce de İzgazete’deki yazılarımı ‘bir süreliğine’ diyerek durdurmuştum. (Elbette bütün bunlardan kimsenin haberi olmuyor; bu okunmamazlık, bu yalnızlıksa başka bir yara, başka bir yazının konusu…)

Nefes alamıyorum. Onca emekle yazı yazmanın sıkıntısının pek de bir işe yaramadığı gibi bir ‘sanıya’ kapılmış durumdayım; diplerdeki imge denizinde boğulmuş sözcük gibiyim yahut bütün sözcüklerim diplerdeki ‘ummanda’ boğulmakta!

Kırk yıldır söyleyeceklerini şiirle söylemiş bir insan olarak, beş-on yıllık yazı hayatımda bu kanıya kapıldığımı sanmayın sakın, farkındayım; onlarca yıldır yazan, savaşan, kumpaslara uğrayan, yine de yılmayan bir düşünsel devamlılıktan geldiğimin!

Fakat neyi söylersek söyleyelim, ne kadar çok ölürsek ölelim, hiçbir şey anlatamıyoruz karşımızdakilere. Sanki buz tutmuşlar, sanki bambaşka bir evrenden gelmişler ve beyinleri tamamen alınmış. Yeni bir yol bulunmalı mutlaka, değilse bu kumpas alışkanlığıyla bunlar, bütün ülkeyi hatta en geniş coğrafyayı yok edecekler!

İşte kumpaslar yeniden başladı. Bundan 7-8 yıl önce yazdığım yazılara, şiirlere bakıyorum şöyle bir, aynı yazıları yeniden yayınlasam, kendim dâhil kimse yadırgamaz! Kimi isimler değişti ama Barışların ve Müyesser Yıldız’ın adı aynı kaldı, kumpas yine aynı; casusluk, devlet sırrını ifşa falan filan! Üstelik bugünler bir de Gezi’nin ve kaşları güvercin yuvası, o kara çocuğun ölüm yıl dönümü. Ölen kardeşlerimizi özlüyoruz, biliyorum. Mahpustakilerdense mahcubuz; onları hep orada görmekten!

İşte bunun için, içim yeni şeyler üretemiyor. Çünkü bizler için yeni gün, sanki eskinin aynısı; ne acı değil mi? Ama böyle! Yaptıkları ‘siyaset’ bu kumpasları gereksiniyor, haksız/hukuksuz baskı ve onlarca tabut; savaş cephelerinden yahut mahpushanelerdeki ölüm oruçlarından gelen tabutlar aklımı, kalbimi, durmaksızın burgaçlıyor! Baskısız ve savaşsız tepetaklak olacaklarını en çok da kendileri biliyor; kıllarını kıpırdatmıyorlar, memnunlar!

Bundan ötürü 2016’da başlayıp, bugünlerde bitirdiğim ve o tarihten bu yana hiçbir şeyin değişmediğini hayretle gördüğüm, aşağıdaki şiiri; İnsanca bir yaşam isteği uğrunda ölenler ve mahpushane damlarına, o karanlığa haksız/hukuksuz gömülenlere adayarak, bu tatsız tuzsuz yazıyı sonlandırıyorum.

TABUTTAN TAHT

Ölü çocukların yakasına yapışırdı meydanlarda bir adam

Silkelerdi yakasından ölü çocukları hınçla ve sallardı durmadan

Göz bebeklerinden, ağzından, nefret yağı sızardı adamın, görürdünüz

Nefret yağından içebilmek için yine de, bitişe-bitişe kuyruğa girerdiniz

Kokular yayılırdı meydanlara, kulakları tırmalayan bağrışlar, bilirdiniz

Karanlıktan çıkıp gelen adamlar, kara dünyalarını anlatırlardı

Anlatırlardı gündüzlerce gecelerce binlerce yıldır karanlıkta ne

Yaptıklarını ve meydanın ucundan görününce ekmekten o çocuk

Korkarlardı ekmekten ve çocuktan, ekmeği yuhalatırdı adam, susardınız

Hep susardınız, kara yılların içinde karayılanlar gibi tıslardınız, susardınız!

 

Gökler yırtılmazdı o vakit, yerler yarılmazdı, deniz kudurmazdı

Deniz, yer ve gök sezerlerdi olanı ve mağmayı içlerine akıtırlardı çaresiz.

 

Yüzünün her kası korkundan ve nefretinden kasılmış adam hep konuşurdu

Her sözcükle yüzünü yontardı, kapkara çorak bir kayaya işlerdi kinini

Hangi yöne dönülse onun yüzü görülürdü, hırstan ve kötülükten moraran

Tabutların üstünde konuşurdu, ağzı çeşmeye dayalı gibi, mikrofona dayalı

Ve küheylan sürdüğünü sanırdı merkebe binmiş adam ve anlatırdı pervasız

Nasıl bağladığını düşlerimizi uçurum kıyısına ve nasıl sürüdüğünü toz duman

Bunca yalandan sarsılmazdınız hiç, şer yayılırdı kürsülerden köylere mezralara

Kirli yaylarından, ucundan pislik akan iftira okları fırlatılırdı her gün, her saat

Ki saplanırdı bu kederli anayurdun sinir uçlarına ve bıkmazlardı hiç acıtmaktan

Saplardı hançerini kara adam, kalbine saplardı sokağın ve burgaçlardı durmadan.

 

Susardınız, hep susardınız, ellerinizde kirden ve kibirden birer cennet tapusu

Ama düşünmezdiniz hiç; ‘yoktur ki ateş orada, insan ateşini götürür buradan’

 

Konuşurdu adam, aralıksız konuşurdu; hırıldayan sesiyle kara tarihin!

Doldursun diye kulak içlerini konuşurdu hiç durmadan ve dururdu zaman;

Bekler dururdu bir kıyıda öyle sönük, öyle çaresiz ve pısırık, beklerdi hiç

Görmemiş gibi karanlığı, hiç ölüler vermemiş gibi karanlığa beklerdi zaman

Ve adam, akvaryumdaki balıklar gibi kendi sesinden yaptığı yeme doymazdı

Her sözü kara saplı bir hançer, lif lif koparırdı vicdanın sinir uçlarını ve bilirdi

Dişleri kandan gıcırdayan bir katil gibi karanlık gölgesi kaplayacak acılı ülkeyi

Bilirdi parçaladığı vücutlara çarpık dikişleri yine kendisinin atacağını ve hiç

Kimsenin bu boydan boya bölünmüş gövdeden akan kanı görmeyeceğini…

Akşamla bir çekilir tenhanıza, bitlerinizi ayıklardınız yine siz ve pusar, susardınız.

 

Ama sandukalar konulurdu üst üste; dağdan, meydandan, evden gelen tabutlar!

Tabutlar aylı yıldızlı, tabutlar dağların rengi; üst üste, altın işlemeli bir taht şimdi.