Farklı düşünene, bakışı farklı olana, soru sorana, sorgulayana, itiraz edene sistemi yönetenlerin de, sistemi savunanların da tavrı da dili de her gün biraz daha sertleşiyor: Önce tehdit, hakaret ve saldırı, sonra da gözaltı ve tutuklama! Bunların olmadığı koşullarda ise son aylarda neredeyse “yeni bir sektöre” dönüşen “tazminat mahkumiyetleri” devreye giriyor…
Bu kadar sertleşmenin yaşanmasında, iktidarın yaşadığı ekonomik ve siyasi kriz çok etkili ama neden yalnızca kriz değil…
19 yıllık “ben ne dersem o” alışkanlığı ile “herkesi hizaya sokma başarısı” iktidara büyük bir kibir ve güç gösterisi yapma şansı sağlamıştı. Büyük şehirlerin önemli bölümü kaybedilince, üstelik bu kayıp İstanbul’da üst üste iki kez olunca iktidarın bu üstünlüğü ortadan kalktı. “Aynı gemideyiz” edebiyatı da, “yerli ve milli” olmayı yalnızca kendi hanelerine yazma alışkanlığı da…
Erdoğan bugüne kadar Cumhurbaşkanı ve AKP Genel Başkanı şapkalarını iyi kullandı. Hiçbir zaman “herkesin cumhurbaşkanı” olamadı ama işine geldiği biçimiyle başarıyı hep kendine yazarken, başarısızlığı da anonimleştirerek kendi üzerinden atarak bazen devlete, bazen de muhalefet dahil 83 milyona yazdı!
Yenikapı da böyle oldu, Suriye operasyonlarında böyle oldu, Doğu Akdeniz’de böyle oldu. 5 yıl önce dokunulmazlıkların kaldırılmasında da böyle oldu…
CHP’nin katalizör rolunü oynadığı muhalefet 31 Mart 2019 seçimlerinden bu yana bu oyunu adım adım bozdu. Psikolojik üstünlük el değiştirerek iktidardan muhalefete geçti. 20-25 yıllık hep savunma üzerine kurgulanan muhalefet, futbol deyimiyle ofansif olmaya başladı. Sürekli kendi durumunu anlatma, iktidarın açtığı minderde güreşme, yenilgilere gerekçe bulma hali yerini hesap sormaya bırakmaya başlayınca iktidarın ayarı her gün biraz daha bozuldu ve kontrolden çıkan bir hırçınlaşma hali ortaya çıktı…
Gare’de yaşanan askeri ve siyasi başarısızlıkla ilgili muhalefetin mecliste “ortak bildiriye” imza atmaması, Kılıçdaroğlu’nun ısrarla “13 vatandaşımızın kurtarılması amacıyla başlatılan operasyondaki başarısızlığı kim üstlenecek? Bu işin sorumlusu kim” diye sorması, benzer soruların CHP dışında İYİ Parti, Deva, SP gibi partilerden de gündeme getirilmesi ise kontrolsüz hırçınlığı, intikam duygusuyla birleştirdi. İktidar dili de nefret diline dönüştü.
Nitekim…
Metin Akpınar ve Müjdat Gezen hakkında dava açılması, Boğaziçili Prof. Dr. Üstün Ergüder ve Prof. Dr. Ayşe Buğra’ya yönelik hakaretler bu hırçınlaşmanın ve intikam isteğinin bir sonucu…
Kavramların içinin boşaltılarak, sıradan demokratik haklarını kullanarak seslerini yükselten gençlerin “terörist” ilan edilmesi de kontrolü yitiren iktidarın bu hırçınlığının bir sonucu…
Onca hamleye rağmen Millet İttifakı’nı da, CHP’yi de parçalayamayan Erdoğan her gün ağzına gelen her türlü hakareti CHP’ye ve CHP üzerinden de Kemal Kılıçdaroğlu’na bu nedenle yapıyor…
Erdoğan duruşunu bozamadığı Kılıçdaroğlu’na neredeyse her gün, dozunu biraz daha arttırarak “yüzsüz ve cibilliyeti bozuk” diye hakaret ediyor, 13 milyon oy almış bir partiye “CHP demokrasinin ‘d'sinden bile nasibini almamış süzme faşist bir partidir” diyebiliyor…
Aynı hınç ve intikam duygusu Selahattin Demirtaş’a ve HDP’ye de yönelik işliyor. Dün çözüm sürecinde İmralı, Kandil, Ankara arasında, devletin bilgisi ve kontrolü dahilinde yapılan görüşmeler bugün, bunlar olmamış gibi kamuoyuna servis ediliyor. Pervin Buldan’ın bu konuda meclis kürsüsünden anlattıklarını duymamazlıktan gelen iktidar HDP’li milletvekillerinin dokunulmazlığının kaldırılması için fezleke üzerine fezleke düzenleniyor, bir yandan “seni Başkan yaptırmayacağız” diyen Demirtaş’tan ve büyük şehirleri kaybetmelerine neden olan HDP’den böylece intikam almaya çalışıyor, diğer yandan da muhalefeti tercihe zorlayarak, Millet İttifakı’nı ayrıştırmaya çalışıyor…
Bu mümkün olacak mı, olmayacak mı önümüzdeki günlerde göreceğiz ama kesin olan bir şey var; Türkiye’de hukuk gerçekten işliyor olsaydı, başta Cumhurbaşkanı ve AKP Genel Başkanı Erdoğan olmak üzere, devleti yöneten birçok kişi nefret suçundan dolayı kesinlikle yargı önüne çıkardı!