İnsanların kitle halinde ölümüne yol açan deprem, salgın hastalıklar, sel, kuraklık vb. gibi büyük doğal felaketler veya insan eliyle gerçekleşen kitle kıyımları “Tanrı”yı tartışılır kılar. Çünkü bu olaylarda tamamen “suçsuz” insanlar, bebekler, çocuklar, kadınlar da kırılmıştır. Peki, o halde Tanrı nerededir? Nasıl böyle bir kıyıma izin verebilmiştir?
Bu olgu ilahiyatçılar arasında ciddi tartışmalara yol açmıştır. Kötülük olgusu ile mutlak iyi, mutlak adil olan Tanrı kavramı nasıl bağdaşacaktır? Kötülük problemi karşısında Tanrı’yı savunma, Tanrı’yı haklı çıkarma çabası din felsefesinin çetrefilli konularından biridir. “Teodise” kavramı bu tartışmalar içinde ortaya çıkar, “tanrı savunusu” anlamını taşır. Bu kavram ilk kez Alman filozof Leibniz tarafından kullanılmıştır. Leibniz yaşadığımız dünyanın “mümkün dünyaların en iyisi” olduğu görüşünü savunur. Başta Voltaire ve Kant olmak üzere aydınlanma filozofları bu görüşe şiddetle karşı çıkar.
***
Aydınlanmacılara birazdan geleceğiz; öncelikle dinsel düşünce çerçevesi içinde kalanlar kötülük problemini nasıl açıklıyorlar, kısaca ona bakalım.
Bir bölümü “ilahi adalet” kavramına sığınırlar. Onlara göre bu yaşanan kötülük olgusu (teodise) çok daha geniş ve kapsayıcı bir ilahi düzenin parçasıdır, onun içinde bir anlam kazanmaktadır. Yani vardır Tanrı’nın bir bildiği! Kadercidirler; Tanrı’nın iradesine boyun eğmeyi, tevekkülle karşılamayı önerirler. Tevekkül, her şeyi Tanrı’ya, yazgıya bırakma, yazgıya boyun eğme, her şeyi Tanrı’dan bekleme demektir.
Aynı çerçeve içinde kalan bir kesim ise daha “açıklayıcı”dır. Onlara göre bu yaşanan kötülük olgusu insanlar için bir imtihandır, ibret alınması gereken bir derstir. Ahlaken yozlaşmış, dinden uzaklaşmış toplumlara Tanrı’nın bir uyarısı ve cezasıdır; örnekleri kutsal kitaplarda da vardır. İlahi adalet düzeni içerisinde böyle bir sebep bulmaya çalışırlar.
Bu yaklaşımlar (“açıklamalar”) aslında, kitlelerin Tanrı’ya ve onun düzenine (daha doğrusu mevcut düzene) isyanını önlemek içindir. Dinin genel anlamda işlevi de budur zaten. Örneğin Freud’un yanılsama kuramına göre, din, insanların doğa güçleri karşısındaki çaresizliğini alt etmek için geliştirdiği psikolojik çabanın ürünüdür. Marx da -elbette sadece psikolojiye dayandırmadan- “din, halkların afyonudur” demiştir.
Modernite ve Bilimsel Devrim öncesi dinsel düşünce biçimi çerçevesinde kalan bu tür yaklaşımların yansımalarını günümüzde dahi görebilmekteyiz. Ülkemizden (iktidar temsilcilerinden, tarikat şeyhlerinden vb.) bolca örnek verebiliriz.
***
1755 Lizbon depreminin hem düşünsel hem de siyasi sonuçları olur. Bir “kıyamet” denilebilecek tahminen 9.0 şiddetindeki bu depremde 100 bine yakın insan ölmüş, ardından gelen tsunamiyle birlikte Lizbon dümdüz olmuştur. Fransız Aydınlanma filozofu Voltaire’in, yaşadığımız dünyanın “mümkün olan en iyi dünya” olduğunu savlayan Leibniz’e (daha doğrusu Tanrı’ya) bir isyan niteliğindeki uzun şiiri ünlüdür. Şöyle seslenir Voltaire:
“Diyebilir misiniz bu yasalar, ‘sonucudur seçimi gerektiren,
İyi ve özgür bir Tanrı’nın özgürce seçtiği ebedi yasaların’
Diyebilir misiniz, gördüğünüzde yığınla onca kurbanı:
‘Bedelidir ölümleri suçlarının, Tanrı öcünü aldı?’
Bu çocuklar hangi suçu, hangi hatayı işlemiş,
Şu zavallılar kan içinde annesinin göğsünde ezilmiş?
Daha çok mu batmıştı ahlaksızlığa, şimdi yok olmuş Lizbon,
Sefahat içinde yaşayan Londra’dan, Paris’ten?”
(Voltaire, “Lizbon Felaketi Üzerine Şiir”den, Çev. M. Topuz, A. S. Tümkaya)
Voltaire’in yine Lizbon depreminden yola çıkarak yazdığı Candide adlı eseri de aynı konuyu işler, Leibniz ve Papa’nın yaklaşımını eleştirerek depremin Tanrı’yla hiçbir ilgisinin bulunmadığını, bir doğa olayı olduğunu savlar; deprem jeolojinin konusudur.
Aydınlanma akımının “haşarı çocuğu” J. J. Rousseau ise Voltaire ile de polemik yaparak konuyu bir adım öteye taşır. Rousseau, Voltaire’in söyleminin halkın acılarını hafifletmediğini vurgulayarak ona şu soruyu sorar: “Deprem bir doğa olayıdır, tamam… Peki, neden sadece yoksullar ölüyor?” Görüldüğü gibi Aydınlanma gelişmekte ve dallanmaktadır. Konu sadece bir jeoloji konusu da değildir, sosyolojiyi de ilgilendirir.
***
Bütün bunlar 1500 sene öncesinin, 1000 sene öncesinin, 250 sene öncesinin tartışmaları. Deprem olgusuna farklı yaklaşımlardan yola çıkarak insanlığın düşünsel gelişimini izliyoruz bu tartışmalarda.
Günümüzde ise depremin ne tür bir doğa olayı olduğu, deprem üreten mekanizmalar, nasıl tedbirler alınması gerektiği bilimin ışığında net olarak biliniyor. Hele İstanbul depremlerini de üreten, Anadolu’yu boydan boya geçen Kuzey Anadolu Fayı ve bu fayın Marmara Denizi içindeki kolları, hangi durumda hangi şiddette deprem üretebileceği, İstanbul’un nasıl etkilenebileceği vb. ayrıntılarına kadar biliniyor. Bilim insanları ne tür kamusal tedbirler alınması gerektiğini tek tek söylüyorlar ve uyarıyorlar.
Bütün bu bilimsel gerçeklere karşın hala “ilahi adalet”ten, “tevekkül”den, “Tanrı cezası”ndan söz edenlere, İstanbul’u bir beton denizine (olası bir kitle mezarlığına) dönüştüren iktidar sahiplerine, halktan topladıkları deprem vergilerini iç edenlere, kar hırsı uğruna yığınla korunaksız bina inşa edenlere, yılışık müteahhitlere, vb’lerine ne demeli? Kelimenin tam anlamıyla alçaktır bunlar, alçaklıktır bu!
Ve bu alçakların kendileri için her türlü tedbiri aldıklarından, bilimsel ilkeler ışığında inşa edilmiş korunaklı binalarda oturduklarından emin olabilirsiniz. Olan yine yoksullara olacaktır beklenen İstanbul depreminde…
***
Ama ne Tanrı ne doğa ne de bu alçaklar karşısında çaresiziz. Başka türden bir deprem daha var. Bütün Avrupa siyasal arenasını etkileyen 1755 Lizbon Depremi modern Portekiz’in doğumuna yol açmıştır. Ve 34 yıl sonra gelen asıl büyük depreme: 1789 Fransız Devrimi… Bu depremde yoksullar ölmemiştir; krallar, aristokratlar yollanmıştır giyotine…
Deprem konusu açıldığında kulağımda hep genç yaşta yitirdiğimiz devrimci oyuncu Erkan Yücel’in “Deprem ve Zulüm” adlı tiyatro oyunundaki -oyuncuların ayaklarını yere vurarak söyledikleri- ezgi yankılanır. 1976 Van Depreminden sonra yazdığı oyunu Erkan Yücel ve arkadaşları köy köy dolaşıp traktör üzerinde sahnelerlerdi. Bir tanesini ben de seyretmiştim çocuk yaşımda, nasıl etkilendimse hiç unutamıyorum:
“Deprem var, deprem var
Muradiye’de, Van’da…
Bu deprem, bu deprem
Biz yoksullara yarar.
Sömürücü zalimler
Kaçacak delik arar.”
Kulaklara küpe olsun!